- -
- 100%
- +
Onun böyle eğlencelere yüzü yoktu. Hiçbir kadının tahakkümünü kabul etmeden yaşayan Nâzım Cemal Bey kırk beş yaşının artık hesaplı, temkinli olmak hususundaki ikazlarına rağmen kendini üst üste eğlencelerden vazgeçiremiyordu.
Saçlarındaki beyazlar siyahları mağlup etmişti. Göbeği vücudunu ikiye bölecek kadar yükselmişti. Göz kapaklarındaki çizgiler kalınlaşmış, perde hâline gelmişti. Fakat o, bu çöküntü âlemlerinden korkmuyordu. Bu her fâni mahlukun ne kadar itina etse yine mukadder akıbeti idi. O asıl ruhi inkırazdan korkuyordu.
Arzuların bittiği yerde insan bir külçe ve hayat bir işkence sayılırdı. Ve çok şükür Nâzım Cemal henüz nefsinde böyle bir isteksizlik, yorgunluk hissedenlerden değildi.
Sıraselviler’deki apartmanda onu ilk karşılayan Ruhsar Hanımefendi oldu. Kuyruklu sürmelerle göz bebekleri dışarı fırlamış gibi çiğ bakan Prenses, katmerli gerdanını titreten bir eğreti heyecan içinde pırlanta, yakut ve zümrüt yüzüklerin kümelendikleri ellerini uzattı:
“Hoş geldiniz, safa geldiniz beyefendi. Göreceğimiz gelmişti vallahi.”
Misafir ağırlamasını, herkesin zevkine göre vaziyet almasını o kadar iyi biliyordu ki bu apartmana gelip de onun tatlı diline, güler yüzüne hayran olmadan çıkan işitilmemişti.
Nâzım Cemal yarını düşünmeyen insanlara mahsus bir gönül rahatlığı içinde teklifsiz, laubali, salona geçerken soruyordu:
“Hani ya, bizimkiler yoklar mı daha?”
“Nerede ise gelirler beyefendi.”
Ve sonra bayat bir şuhluk içinde gülerek ilave etti:
“Onlar sizin gibi genç değiller… Geç kalırlar.”
Ve kalın, kof kahkahalar içinde tuvalet teşhir eden birer mağaza gibi ayakta duran kadınları gözünün ucuyla işaret etti:
“Tanışmazsınız zannederim. Necla Hanım, Esved Hanım.”
Ve onlar üç dört saatten beri bekledikleri bu erkek misafirin gelişinden sıkılmışlar, utanmışlar gibi utanmaya benzer bir büzülüşle ellerini uzattılar. Nâzım Cemal o kadar pişkin ve alışkındı ki değil böyle sıkılma, utanma numaraları yapan kadınları, bu hayata hakikaten ilk olarak adımını atınca heyecandan ve hicaptan ağlayan, yalvaran ve kaçmak isteyen kadınları bile bir iki saat içinde bir kadehten içki içecek kadar eğlendirmenin yolunu bilirdi.
Daha oturmadan şakalaşmaya başladı.
“Her şeyden evvel bu güzel hanımların isimlerini değiştirmeli. Böyle kanarya gibi mahlukun adı Esved olur mu canım?”
Ve bir eski ahbap teklifsizliği ile çenelerini, yüzlerini okşayarak aralarına girdi. İki hizmetçinin henüz mezelerini yerleştirmeye çalıştıkları yemek salonuna doğru sürükledi.
“Bizimkiler gelmeden birer tane çakabiliriz. Oooh doğrusu nefis şeyler… Bizim Prenses tabiat sahibidir canım. Bu kadar şık bir sofra hazırlamak herkesin harcı değildir vallahi.”
Ruhsar Hanımefendi göz bebeklerini devirip gerdan kırarak gülümsedi:
“İltifat ediyorsunuz canım. Fevkalade ne var ki?”
İki genç kadın çekingen ve isteksiz, bu teklifsizlikleri ayıplar gibi dudak bükerek birbirlerine bakıyorlardı.
Aralarında en samimi olan yine Nâzım Cemal Bey’di. O böyle eğlentilerin kurdu olmuştu. Bu süs ve şatafat içinde sahiden hanımefendi rolü oynayan Prenses’in ne düşük ve aşağılık bir nazenin eskisi olduğunu biliyordu. Bu salona giren kadınların da evlerinden zorla getirilmiş namus ve ismet kurbanları olmadıklarına şüphe yoktu. Bunun için böyle toplantılarda kendinden başkasını düşünmezdi. Bütün bu sıkılmaların, dudak bükmelerin, yapmacıkların ve iğretiliklerin mesleğin iğrenç ve bayağı birer cilvesi olduğu malumdu. İlk görüştükleri anda bu numaraları yapan kadınların bir iki kadeh içtikten sonra şıkır şıkır oynadıklarını çok görmüştü.
Ağız ağıza doldurduğu kadehleri işaret etti:
“Haydi bakalım küçük hanımlar, çekelim.”
Ve onları beklemeye bile lüzum görmeden kendi kadehini yuvarladı.
“Ooooh! Rakı da güzel. Ben rakıyı başka içkilere tercih ediyorum. Çünkü az içilirse mide bozmuyor. Şarap bana baş ağrısı yapıyor. Ama biz içmesini bilmiyoruz doğrusu. Şarap yemek arasında bir kadeh içilirse faydalıdır. Fakat çokları şişeyi deviriyorlar. Sonra iki gün baş ağrısı çekiyorlar.”
Kadınların kadehlere yalnız dudaklarını dokundurup bıraktıklarını fark etmişti. Gülerek Prenses’e işaret etti:
“Bu küçük hanımlar nazlanmak istiyorlar galiba. Eh haydi bakalım! Kadehlerini verelim de bitirip öyle bıraksınlar.”
Kümese yeni atılmış yabancı hindiler gibi birbirine sokularak fıkırdaşan iki kadın fısıldaştılar:
“Ne tuhaf adam!”
Nâzım Cemal bunu işitmişti, güldü:
“Tuhaf ya… İçin bakalım, eğleneceğiz. Öyle değil mi Prenses?”
Ruhsar Hanımefendi kaşla gözle ötekilere içmelerini işaret ediyordu:
“Değil mi beyefendi?” dedi. “Herhâlde sıkılıyorlar ama ben kendilerine söyledim. Gerek sizden, gerek Ahmet Melih Beyefendi’den bahsettim. Zaten isimlerinizi tanıyorlar. Fakat ne kadar olsa… Toyluk işte.”
Ruhsar Hanımefendi’nin toy diye tanıtmak istediği iki kadının bu âleme, bu hayata gözlerini yeni açmış ev kuzuları olmadıkları besbelliydi. Nâzım Cemal toyluktan bahsedilince iki kadını ilk defa şöyle alıcı gözüyle baştan aşağıya süzdü. Hafifçe gülümsedi:
“Çabuk açılırlar merak etme!”
Ve kadehleri ikinci defa dolduruyordu ki kapının zili koridorda aksetti.
“Geldiler.”
Mühendis Ragıp’la Ahmet Melih Bey gelmişlerdi.
Artık meclis tamam sayılırdı.
Yalnız Avukat Rıza Sedat yoktu. Ahmet Melih:
“İki defa telefon ettim.” dedi. “Acele bir iş için Feneryolu’na gitmiş. Gelir gelmez haber verecekti. Hatta kâtibe tembih ettim. Yazıhaneye uğramadan evine giderse, evine haber bırakacak.”
Mühendis Ragıp genç kadınlardan Necla ile ahbap çıkmıştı. Bu eski dostluk hepsinin arasında paylaşıldığı için salonun havası değişiverdi. Necla birdenbire açılıvermişti. Şimdi Nâzım Cemal’in teklifsizliği hepsine sirayet etmişti. Birkaç dakika içinde senli benli oluverdiler.
Ruhsar Hanımefendi bir aralık Ahmet Melih’e yaklaşarak kulağına fısıldadı:
“Mukaddes sizi sorup duruyor. Kendisini gördüğünüz yok galiba.”
Ahmet Melih’in yüzü güldü:
“Hakkı var. O kadar işim vardı ki arayamadım. Birkaç kere yazıhaneye de telefon etmiş. Kocası İstanbul’da mı acaba?”
“Zannetmem, İstanbul’da olsaydı beni aramazdı.”
“Bir telefon etsek bulabilir miyiz acaba?”
“İsterseniz arayayım. Yalnız bunlar varken bilmem gelir mi?”
“Zarar yok. O gelsin. Arka odaya alırsın. Ben bir bahane ile çıkarım.”
Biraz sonra kapıda tekrar görünen Ruhsar Hanımefendi ötekilere belli etmeden Ahmet Melih’e işaret etti. Dışarı çağırdı. Koridorda fısıldaştılar.
“Gelecek. Arka odada küçük bir masa hazırlatayım mı?”
Ahmet Melih birdenbire keyiflenmişti. Prenses’in arkasını okşadı:
“Yamansın vallahi. Öyle iyi düşünürsün ki! Bizimkiler eğlenirken, kaçamak yapmak öyle hoş olacak ki!”
Hanımefendi bu iltifattan gururlanmış gibi omuzlarını oynattı:
“Öyledir efendim. Erkekler böyle kaçamak eğlencelerden daha çok zevk alırlar.”
Beraber salona döndükleri vakit iki genç kadının Mühendis Ragıp’la Nâzım Cemal tarafından paylaşıldığını gördüler.
Nâzım Cemal, Necla’yı dizlerine oturtmuş bir kadehten içirmeye çalışıyordu.
Artık eğlence hararetlenmişti. Tatlı tatsız şakalar, yerli yersiz nükteler, kadınların hoppalığı, erkeklerin yapışkanlığı başlamıştı.
Bir aralık kapının çalındığını duyunca hep birden haykırdılar.
“Meşhur avukat geldi.”
Ev sahibi dışarı çıktı, fakat yalnız olarak döndü.
“O değil mi?”
“Hayır. Kapıcı bira getirdi.”
Ve ötekiler yanlarındaki kadınlara avdet ederlerken Ahmet Melih’e işaret etti.
Ahmet Melih birkaç gün sonra çıkacağı yeni İzmir seyahatine beraber götürmek istediği Mukaddes Hanım’ın geldiğini anlamıştı.
Arkadaşları, o kadar dalmışlardı ki bir bahane bulmaya bile lüzum görmeden yavaşça dışarı çıktı. Her ihtimale karşı onları meşgul etmesi için de ev sahibine işaret etti.
Mukaddes Hanım, kibar âleminin bu güzel kadını, küçük odada bekliyordu.
Bu evli bir kadındı. Güzeldi. İyi konuşur, lisan bilir, musikiden anlar ve her şeyden fazla çok şık giyinmesini bilirdi. Fakat bu şık giyinmek, her eğlenceye gitmek, çay, dans saatlerini kaçırmamak pek kolay değildi. Şık bir kadının haftanın birkaç gününde danslı çaylara, sinemaların ilk gösterişlerine, tiyatrolara ve her mevsim eksik olmayan balolara iştirak edebilmesi için kolay kolay sarsılmayacak bir bütçesi olması lazımdı. Hâlbuki kocası nihayet aylıklı bir adamdı. Genç ve güzel karısının pek alıştığı arzularını karşılayacak vaziyette değildi. Ara sıra poker masasında oldukça mühim yekûnlar bırakan bu şık kadın, başı sonu belli bir aylıkla idare edilemezdi. Vakıa kocası çalıştığı müessese hesabına memleket içinde uzun seyahatler yapıyor, aylığından başka ücret de alıyordu. Ve ancak bu seyahatler Mukaddes Hanım’ın bütçesini biraz doldurabiliyordu. Bu seyahatler kocasından ziyade kendisi için istifadeli olduğundan o İstanbul’da yalnız kalmaya can atıyordu.
Kocası bir hafta evvel yeni bir yolculuğa çıkmıştı. Bir ay sürecek olan yeni seyahat Mukaddes Hanım’ın kış hazırlıkları için pek hayırlı olacağa benziyordu. Bunun en hayırlı alameti bu akşam Ahmet Melih Bey’i bulmuş olmasıydı.
Bu gece de pek şıktı. Giydiğini yakıştırmasını bilen bir kadının kendini beğendireceği erkeğin karşısına çıkması için ne yapmak lazımsa yapmıştı. Ve zaten ne zamandır onu özleyen Ahmet Melih için bu kadar zahmete bile lüzum yoktu.
Bu üçüncü görüşmeleriydi.
Ahmet Melih onu büyük bir baloda tanıdığı zaman aralarında hafif bir aşinalık belirmişti. Genç kadın bir delikanlı ile dans ederken kendisini vaktiyle takip eden meşhur palamut tüccarına iltifat etmeyi unutmamıştı. Ahmet Melih bundan sonrasını Hanımefendi’nin gayretine bıraktı ve bir hafta sonra idi ki Nişantaşı’nın bu şık kadını bu apartmanda onu bekliyordu.
Küçük odada baş başa kaldıkları zaman Ahmet Melih sevgilisine kavuşmuş toy bir liseli heyecanıyla genç kadının ellerine sarıldı. Gözünü onun büyük mavi gözüne dikti. Ve içini çekti:
“Ne güzelsin!”
Genç kadın tatlı bir göğüs geçirdi:
“Sizi o kadar göreceğim geldi ki!”
“Ya benim.”
“Ama hiç aramadınız.”
“İmkânı var mı? Senin için düşündüğümü bilsen.”
Gözleri parıldayan genç kadın heyecanla sordu:
“Ne düşündünüz?”
“Seninle bir İzmir seyahati yapmak.”
Bu hiç beklemediği bir cevaptı. Bir Avrupa seyahati demiş olsaydı muhakkak ki kendini ağır satmak arzusuna rağmen boynuna atılacaktı.
Bükülen dudakları isteksizce cevap verdi:
“Kabil mi? Nasıl giderim? Ne derler?”
Ahmet Melih Bey genç kadının kalbinden geçenleri sezmemişti:
“Ne çıkar?” dedi. “Seninki nasıl olsa burada yok!”
Çok şeyler ümit ettiği bu meşhur zengini darıltmış olmamak için biraz yumuşadı:
“Sizi kırmak istemem, eğer imkân bulursam hay hay…”
Ahmet Melih, genç kadına sokulmuştu. Gündüzkü muvaffakiyetli işlerin verdiği serbestlik içkinin keyfine de karışarak onu azdırmıştı. Artık her şeyi tabii, mümkün ve kolay buluyordu.
Genç kadının çekinmelerine rağmen onunla salondaki kadınlar gibi derhâl teklifsiz oluverdi. Ötekilerin uzaktan işitilen kahkahaları bunların cesaretini arttırıyordu.
Arkadaşlarını şüphelendirmemek için ara sıra kapıdan görünüp gelen Ahmet Melih onların artık kendisiyle meşgul olamayacak hâle geldiklerini görünce küçük odanın kapısını kapadı.
Nâzım Cemal Bey’in zevk ve safa mabedi adını verdiği bu apartmanda taze aşk sahneleri canlanmaya başlamıştı.
Yaşını, başını oldukça almış bu adamlar bol bol içiyor, kahkahalar atıyor ve doya doya eğleniyorlardı.
***Saat henüz on buçuktu.
Elektrik zili koridordan taşarak salona, hatta Ahmet Melih Bey’in uzaktaki küçük aşk yuvasına kadar sesini duyurdu.
Bu saatte kim gelebilirdi?
Hanımefendi dairesini o kadar muntazaman idare ediyordu ki şimdiye kadar hiçbir münasebetsiz ziyaret vaki olmamıştı.
Bunu bildikleri için hepsi de yüzünü buruşturdu:
“Kim acaba?”
Hanımefendi hiç istifini bozmadı.
“Keyfinize bakınız, şimdi haber veririm.” dedi ve çıktı.
İki dakika geçmemişti ki Avukat Rıza Sedat’ı salonun kapısında gördüler. Nâzım Cemal’le Mühendis Ragıp düşe kalka ona doğru koştular:
“Nerede kaldın yahu? Akşamdan beri seni bekliyoruz. Şimdi sana ceza var. Bu dakikaya kadar ne kadar içtikse sen hepsini birden içeceksin.”
Avukat Rıza Sedat isteksiz, somurtkan, etrafına bakınarak gülmeye çalıştı:
“Ahmet Melih nerede?”
Ötekiler Ahmet Melih’in yanlarında olmadığını ancak şimdi fark etmişlerdi. Onlar da etraflarına baktılar:
“Sahi Ahmet Melih nerede?”
Hanımefendi derhâl araya girdi:
“Ellerini yıkamak için çıkmıştı. Şimdi gelir.”
Rıza Sedat kollarına yapışan arkadaşları arasında sürüklenirken mırıldandı:
“Ya… Demek o da burada!”
Hanımefendi dışarı çıkmıştı.
Nâzım Cemal onu kadınlara tanıtırken Mühendis Ragıp:
“Elbette burada ya.” dedi. “Ziyafeti veren o…”
“Haydi bakalım sen otur da bize yetişmeye çalış. Hanımlar sana rakı versinler. Haydi kızım Esved, doldur bakalım şu kadehleri!”
Böyle eğlenti meclislerinde kendisini daima aratan Avukat Rıza Sedat’ın bu gece neşesi yoktu. Her fırsatta hoş bir hikâye anlatan avukat üst üste verilen rakıları içerken salona dönen Hanımefendi’yi gözleriyle istintak ediyordu:
“Nerede Ahmet Melih?”
Ev sahibinin cevap vermesine hacet kalmadan Ahmet Melih seyrek saçları yüzüne dökülmüş, kravatsız gömleğinin yakası kopmuş, askılarının bir teki bağlanmamış içeri girdi. O kadar dalgındı yahut o kadar sarhoştu ki Avukat Rıza Sedat’ı görmedi bile!
Ev sahibi ona avukatın geldiğini söylediği için cigara dumanları arasında gözleriyle onu aradı:
“Nerede bizim haylaz bakalım? Gelmeseydi ceza verecektik.”
Rıza Sedat’ın kolları onu kucakladı:
“Bu ne hâl çelebi?”
Ve sonra dikkatle üstünü, başını gözden geçirdi. Ahmet Melih’in beyaz ipek gömleğinin kollarındaki çapraz sürme izlerini görünce onu ters yüzüne sürükledi, salondan çıkardı.
Ahmet Melih şaşırmıştı:
“Ne var canım? Niye çıkıyoruz?”
Rıza Sedat koridora çıkınca onu bıraktı. Kapının yanındaki aynayı gösterdi:
“Kendini bir muayene et bakalım.”
Ahmet Melih’in gözleri zor açılıyordu. Ne kolundaki çapraz sürme izini, ne de yakasındaki pembelikleri görmesine imkân vardı.
Rıza Sedat arkadaşını aynaya yaklaştırdı. Parmaklarıyla bu lekeleri gösterdi.
Ahmet Melih birdenbire sarsıldı:
“Eyvah!”
“Eyvah ya… Nerede eğleniyorsan git de bunları yapana temizlet. Sonra da işi paydos et, seninle görüşeceğim mühim bir iş var.”
Ahmet Melih kendini toplamıştı. Arkadaşının yüzüne baktı. Avukat çok ciddi görünüyordu.
Omzunu okşayarak ilave etti:
“Haydi dostum. Zaten geç oldu. Biraz daha eğlen. Ben de birkaç tane içeyim. Beraber çıkalım.”
Ve Ahmet Melih’e aralığından ışık sızan arka odayı gösterdi:
“Haydi marş!”
Salona döndüğü zaman masa başındakiler kadınlı erkekli bir şarkı tutturmuşlardı.
Nâzım Cemal artık kıvamını bulmuştu. O içkiyi de ancak keyiflenecek kadar içmesini bilirdi. Kadına karşı iradesine nasıl hâkimse içkiye karşı da aynı metanetini gösterebiliyordu.
Fakat Mühendis Ragıp, artık ipin ucunu kaçırmıştı. Avukat Rıza Sedat’ın gelişi onu büsbütün coşturdu.
İçtiler, içtiler.
***Saat on ikiyi geçiyordu.
Avukat Rıza Sedat arkadaşlarının ısrarıyla epey içmişti. Bir aralık dışarı çıktı. Biraz evvel aralığından ışık sızan kapıya yaklaştı.
Kapalıydı. Ses de gelmiyordu. Parmaklarının ucuyla vurdu. İşittiremedi. Elinin tersiyle vurdu. Duyuramadı. Yumrukladı. Yine cevap alamadı. Kapıyı yokladı. Kilitli değildi. Açtı. İçerisi aydınlıktı.
Rıza Sedat bütün dikkatini toplayarak başını içeri uzattı. Gördüğü manzara onu gülmeye mecbur etti.
Ahmet Melih ve genç kadın sızmışlardı.
Küçük ceviz yatakta bir külçe, bir kalın halat düğümü hâlinde sızmışlardı. Genç kadının yüzü değil, güzel ensesi ve başı görünüyordu. Ahmet Melih’in kafası onun omzundan sarkmıştı. Rıza Sedat ortada duran masadaki rakı sürahisine baktı, boşalmıştı. Bu manzara Ahmet Melih’in bu gece kendine gelemeyeceğini anlatıyordu. Yavaşça kapıyı çekti.
Salona döndüğü zaman meydanda Hanımefendi’den başka kimseyi göremedi.
Prenses gülüyordu:
“Odalarına çekildiler.”
Rıza Sedat zaten kalmak niyetinde değildi. Cebinden çıkardığı karta birkaç satır yazdı. Hanımefendi’ye uzattı.
“Ahmet Melih Bey uyanınca verirsiniz. Buraya da yazdım ya, evine gitmeden bana gelsin.”
Ve bir harabe hâline gelen geniş sofraya baktı. Hafifçe güldü.
“Allah’a ısmarladık.”
“Güle güle beyefendi.”
Hanımefendi onu kapıya kadar geçirirken yavaşça fısıldadı:
“Kalmak isterseniz yerimiz var Rıza Beyefendi.”
Başını salladı:
“Teşekkür ederim. Hayır.”
Ve bahşiş almak için o saate kadar bekleyen kapıcıya bir kâğıt uzattı. Caddeye çıktı.
Saat dokuza doğru gözlerini açan Ahmet Melih genç kadını ayakta buldu. Giyinmişti. Tuvaletini bile yapmıştı. Uyandığını görünce yaklaştı. Parmaklarıyla çenesini okşadı:
“Bonjur cici.”
Ahmet Melih çenesini okşayan eli tutmak istedi. Fakat genç kadın fırsat vermedi:
“Saat dokuz. Hem size bir kart var, bakın.”
Ahmet Melih gözlerini ovuşturarak kartı okudu:
Saat dokuzda yazıhanedeyim. Eve dönmeden bana gel.
Yüzünü buruşturdu:
“Saçma!” diye kartı fırlattı.
Başını kaşıdı. Rıza Sedat’ın akşamki lakırtıları hatırına geldi. Herhâlde mühim bir şey olacaktı. Göz ucuyla onu tetkik eden genç kadın sordu:
“Arkadaşlarınız henüz kalkmadılar. Çayınızı getirteyim mi?”
Ahmet Melih zahmetle yataktan atladı.
“Evet, evet, yalnız bir çay.”
Ve hemen giyinmeye başladı.
Genç kadının çantasına koyduğu elli liralıktan başka Hanımefendi’ye de yüz elli lira masraf parası veren Ahmet Melih caddeye çıktığı zaman saat ona yaklaşıyordu.
Bir taksiye atladı. Galata’ya indi. Rıza Sedat onu sabırsızlıkla bekliyordu. Arkadaşını artık konuşulur bir hâlde yakalamıştı. Önce gülerek sordu:
“Eh, nasıl geçirdin bakalım, geceyi? Yüzünü görmedim ama yanındaki herhâlde nefis bir şeydi. Ensesine bayıldım doğrusu. Piyasa malı olmadığı belli. Bulursun kâfir. Nâzım Cemal’i görmedin mi bu sabah?”
Ahmet Melih başını salladı:
“Hayır.”
Ve akşamki içkinin ve yorgunluğun hâlâ geçmeyen harareti ile dilini şapırdattı:
“Bir çay söylesene!”
Sonra koltuğa yaslanarak sordu:
“Akşamdan beri ne oluyorsun Allah aşkına? Bu sabah gözümü açar açmaz kartını burnuma dayadılar. Ferman almış cellatlar gibi ne oluyorsun? Ne var sanki?”
Rıza Sedat yazıhane koltuğundan kalktı. Arkadaşının yanındaki kanepeye oturdu.
“Dün gece eğlendin ya?”
“Şöyle böyle!”
“Dün beni aradığın zaman buradan ne cevap verdiler sana?”
“Feneryolu’na mı gitmişsin, Kalamış’a mı?”
“Tamam, Feneryolu’na gitmiştim. Nereye gittiğimi de ben söyleyeyim, Nermin Hanımefendi çağırmıştı.”
Ahmet Melih’in kaşları kalktı:
“Bizim…”
“Evet.”
“Münasebet?”
“Ben de şaşırdım. Fakat kendisiyle görüştükten sonra büsbütün…”
Ahmet Melih doğruldu. Bakışları canlandı. Bir hadise karşısında olduğunu anlamıştı.
“O Feneryolu’nda mı?”
“Evet.”
Dünden beri karısını görmediği için yirmi dört saatlik vakaları bir anda hatırlamaya çalıştı. Demek dün sabah karısı apartmandan çıktıktan sonra bir daha dönmemişti.
Birdenbire sordu:
“Peki seni niçin çağırtmış?”
Rıza Sedat’ın yüzü değişmişti. Vazife sırasında kabaran yüzünün hatları yine kalınlaşmıştı. Dedi ki:
“Hanımefendinin bana da garip gelen bir fikri var. Ayrılmaya karar vermiş.”
Ahmet Melih yerinden fırladı:
“Ne diyorsun?”
“Evet. Buna kati surette karar vermiş. Bunu sana söylemek vazifesini de bana verdi. Otur ve sakin ol da konuşalım.”
Ahmet Melih koltuğa tekrar gömüldü. Fakat bir anda rengi ve sesi bile değişmişti.
“Aranızda mühim bir hadise geçmedi değil mi?”
“Hiç!”
“Zaten bunu kendisi de söyledi. Onunla iki saatten fazla konuştuk. Ona bu ayrılış kararını verdiren sebebi anlamak için çalıştım. Hatta daha ileri giderek kendi cephesinden bir münasebet olup olmadığını araştırdım. Bunca yıllık avukatlığımın bütün tecrübeli metotlarını kullandım.”
“Evet.”
“Ve buna rağmen anlayamadım.”
“Garip şey. Peki ne diyor?”
“Dediği şu, daha doğrusu garip bir felsefe. Erkekle kadını birbirine bağlayan münasebetler tabii olarak zamanla gevşiyormuş. Hızlarını, hararetlerini kaybeden münasebetleri sürüklemeye çalışmak manasızmış. Bu bağların çözüldüğünü bu ilk duyguların gevşediğini anlayanlar için ayrılmaktan tabii bir şey olamazmış.”
Ahmet Melih dudakları düşmüş, şaşkın şaşkın dinliyordu. Rıza Sedat devam etti:
“Kendisine dedim ki, bu fikrini kabul etmek lazım gelirse hayatta birbirine bağlı bir çift kalmaz. Her izdivaç tabiatın hükümlerine göre aynı yollardan geçer. İlk aşkı sonuna kadar yaşamış insanlara tesadüf edilmiş değildir. Kim iddia ederse etsin, ilk sevginin harareti yaşlar ilerledikçe söner. En çılgın aşk kahramanları bile aynı akıbetle karşılaşmışlardır. Yalnız bir nokta vardır, izdivaçla birbirinin sevgisini paylaşan insanlar zamanla öyle kaynaşırlar ki ilk sevgilerinin ifadesi değişir. Aşkları devamlı bir arkadaşlık şekline girer ve ancak bu kuvvetli bağdır ki, sevgilerin çözüldüğünü hissettirmeden insanları yaşatır.
Bütün bunları âdeta bir içtimaiyat, ruhiyat profesörü gibi anlattım. Münakaşa ettik, fakat kendi kendine öyle bir telkin yapmış ki, kararından geri çevirmeye muvaffak olamadım. Israr etti. ‘Ayrılmamız lazım. Çünkü artık birbirimize duyuracak zevkimiz kalmadı.’ diyor.
Senden hiç şikâyeti yok. Kabahati tabiatta buluyor. On sekiz yıllık karı kocalığın elyafı gevşemiş, suyu çekilmiş bir nebata benzeyen posasını sürüklemek için sebep olmadığını, her iki tarafın da hürriyetini birbirine iade etmesinden başka çare bulunmadığını söylüyor. Tabirlere dikkat ediyor musun? Aynen tekrar ediyorum. Nermin Hanım on sekiz yıllık karı kocalığı elyafı gevşemiş bir nebata benzetiyor. Hani işe tabiat cephesinden bakınca insan kolay cevap veremiyor.
Hayatta tabiatın kanunlarına uygun taraf kalmadı ki! Hele kadın erkek münasebetleri bugüne kadar öyle birbirine zıt şekillere, kalıplara döküldü ki, en tabii olanı hangisidir diye kestirmek imkânı yok.
Eski Yunanlılarda izdivaçtan maksat çocuktu. Ve çocuk cemiyetin malı idi. Bugünün büsbütün aksine olarak kan babadan değil, anadan geliyordu. Babası kim olursa olsun onunla kimse meşgul olmazdı. Ve eski Yunan nesli kadın erkek münasebetinin bu şekline rağmen tarihin kaydettiği en kuvvetli nesillerden sayılırdı.
Sonra bu fikir değişti. Kadın hakkı babaya geçti. Fakat bugün gerek Amerika’da ve gerek Afrika içlerindeki kabileler arasında öyle izdivaç şekilleri görülüyor ki, hukuk âlimlerinden ziyade ruhiyat ve içtimaiyat mütehassıslarını alakadar ediyor. Mesela Kongo havzasındaki kabileler arasında müşterek izdivaçlar var. Yani bir kabilenin herhangi bir erkeğine gelin gelen kadın yalnız o erkeğin değil bütün kabile erkeklerinin malı oluyor.
Bugünkü medeniyet dünyasının izdivaç kanunları az çok esasta birleşmişlerdir. Bunlar daha ziyade kuvvetlerini mukaddes kitapların emir ve nehiy çizgilerinden almışlar. Eski dinlerin tesiri altında kalan kütleler içtimai kanunlarından henüz bu izleri silmiş değillerdir. Hâlbuki mukaddes kitapların nüfuz mıntıkasından uzak kalan yerlerde yalnız tabiatın değişmez kanunlarıyla yaşayan eski kabileler, aşiretler arasında iş büsbütün aksine olmuştur. Oralarda ne yerden ne gökten emir alarak yaşayan insanlar yalnız tabii hisleriyle, tabii ihtiyaçlarıyla buldukları yaşama, birleşme şekillerini örf ve âdet hâline getirmişlerdir. Bu şekil hayatı geçiren kabileler arasında tetkikat yapan âlimler oralarda kadın yüzünden kan döküldüğünü işitmemişlerdir. Çünkü onlar arasında geçen ahkâm tabiatın diğer mahlukları arasında hâkim olan hissî ahkâm. Bir sinek gebe kalınca artık hiçbir erkek sinek ona yaklaşmaz. Bu kabileler arasındaki örf ve âdet de budur. Dişi gebe kalınca kabilenin hiçbir erkeği ona yaklaşmaz. Ve o, artık herkesin hürmet ettiği, yarı mukaddes bir mahluktur.
Ha ne anlatıyordum? Bugünün medeni izdivaç kanunları hükümlerini hep mukaddes kitapların koydukları temelden aldıkları için birbirlerinin eşidirler. Medeniyet dünyasının her tarafında kadın ve erkek münasebetleri hemen hemen aynı çerçeve içindedir. Yalnız birleşmek ve ayrılmak usullerinde bazı kanunlar serttir, bazısı hafiftir. Fakat esas yine birdir. Kocasının adını taşıyan kadın kocasınındır. Gelelim şekilde, içtimai nizamda bu böyle amma hakikatte, tabiatta bu hükümler tamamıyla yer bulabiliyor mu?
Eski dinî kanunlar, zina eden kadını recme mahkûm ederdi. Fakat bu fiilde müşterek olan erkek için bu kadar şiddetli bir ceza yoktu. Hatta kabile hayatından büyük siyasi teşekküllerden evvelki feodalite devrine kadar kadın galibin, kuvvetlinin kayıtsız, şartsız tasarruf ettiği bir mahluktu. Tarihin birçok devrinde kadın sadece bir dişidir. Dişinin siyasi ve içtimai hiçbir hakkı yoktur. Kuvvetin her şeye hâkim olduğu devirlerde insanlar böyle düşünür ve böyle yaşarlardı.






