- -
- 100%
- +
Kaznabayev hayallere dalıp, pencerenin önünde dikildi. Bilim bakımından şimdi o hiçbir şey yapamaz. Geçmişteki tezler rüyasına girdiğinde de, soğuk terlere batıp uyanıyor o. Zahmetini çok çekti o. Ne yapsın, Kaznabayev yönetici olarak doğmuş. Onun yeteneği de bu. E, işte bu makama yükselmek için çok kan dökmesi gerek; şimdi ileride olacakları kim biliyor… İşte, ilimle onun elinin altındaki Arınbasarovlar uğraşsın. O mikrocerrahi diyor, ağzında tükürük kalmıyor, tartışıp sempozyuma da gitti. O, enstitüde konferanslar veriyor, o gece gündüz ameliyat yapıyor, ayrıca, sesleri kısılana dek konuşuyor, üstelik ilmi ilerletiyorlar.
Kaznabayev böyle şeylere alışmamış, alışamaz da. Ömür tektir, bu hayat iki kez gelmiyor. Güzelleştirip, tadını çıkarıp, sefasını sürüp yaşamak gerek. İşte, onun başhekim olduğu beş yıllık süre içinde kaç profesör öteki dünyaya gitti. Birisi kalp krizi, ikincisinin… söylenecek gibi değil yani. Akıllıca yaşamayı bilmek gerek. Seni herkes önemsesin. Sağlı sollu kavga ederek, düşman olarak yaşamak iyi değil. Kısacası, yaşamak için de yetenek gerek. İşte böyle düşünüyor Kaznabayev hayat hakkında. Şimdi, o, Arınbasarovları yerse de onların değerini iyi biliyor. Çünkü kliniğe şöhreti onlar getiriyor. E, ünlü kliniğin başında…
Kaznabayev, kol saatine baktı ve koltuğuna gelip oturdu. Masasının başka bir çekmecesinden Cumhuriyet gazetesinin seçim hakkındaki durumunun basıldığı sayıyı çıkardı. Yamanharov gelene kadar bunu gözden geçirmek istedi.
…Selektör başhekimi hayal dünyasından çıkardı. Roza’ymış, yumuşak sesi yankılandı:
– Geldi, Geyniyar Geynulloviç.
– Kim? – Başhekim önce şaşırdı, ondan sonra hatırlayıp, soğuk bir şekilde seslendi. – Girsin!
Yamanharov, zayıf, uzun boylu, kamburumsu, kalın camlı gözlüklerinden ne düşündüğü hiç anlaşılmayan, ince burunlu, dar alınlı, kırk kırk beş yaşlarında biri. Hastane koridorunda ya da sokakta o kimseyle selamlaşmaz, bunu da gözlerinin iyi görmemesine yordular. O, hep şikâyet eder, hiçbir işten de memnun değil, toplantılarda ilk sıralarda yer alıp tenkit ederek konuşmalar yapar, buna rağmen, nedense hastanede onu Hizmet Topluluğu Birliğine başkan olarak seçtiler. Yöneticilere alternatif bir teşkilat oluyor yani. O doçent olsa da, bulaşmadığı iş yok. Enstitüde konferanslar veriyor. Ama artık öğrenciler eskisi gibi değil; sertleştiler. Geçenlerde bütün tıp fakültesi Yamanharov’un derslerinden vazgeçince, Kaznabayev’in de işe karışması gerekti. Rektör Fehriyev’e telefon etti. Göz göre göre iyi birini nasıl devre dışı bırakıyorsunuz? Ondan sonra, iyi mi kötü mü, Yamanharov başhekim Kaznabayev’in asistanı oldu. O artık kendisine yakın bulduğunu gizlemiyor, zamanı geldiğinde, teşekkürlerini bildirmeye hazır duruyor. Zor ameliyatları kendi üzerine almıyor, ama STK’nin işini çok iyi yapıyor. Onun her zaman tüm kâğıtları da önceki düzenindedir.
– Haydi geç, otur, Samat. – Başhekim özellikle “Safaroviç” demedi. İki elini uzattı. – Burada senin görüşün gerekti. Sen de biliyorsun, ben her zaman senin yardımına muhtacım.
Bu sözlerden sonra Yamanharov rahatlayıp gülümsedi, hatta uzun ellerini nereye koyacağını bilemedi.
– Teşekkürler, Geyniyar Geynulloviç, böyle değer verip çağırdığınız için, – dedi sekreterin getirdiği kahveyi içerek. – Siz benim ömür boyu öğretmenimsiniz.
– Unutmadığın için aferin. Sen iyi birisin. Biliyor musun niye çağırdım?
Yamanharov dikkat kesildi.
– Şu ana kadar hayır. – Ancak, masada duran gazetenin seçimle ilgili durumunun basıldığı sayfanın açık olduğunu da fark etti. Gözlüğünü sildi, bir kez daha göz gezdirdi. Bunu fark eden başhekim özellikle ona engel olmadı, kaykılarak oturdu. Dinleniyor sanki. Ondan sonra birden sordu:
– Sana ailenle iki odalı bir dairede yaşamak yeter artık. Sen ne düşünüyorsun?
Samat Safaroviç kızardı, gözlüğünü çıkarıp, uzağı görmeyen gözleri ile başhekime doğru baktı.
– Siz ne derseniz öyle olsun, Geyniyar Geynulloviç. Ben şey…
– Öyleyse, anlaşıldı. – Kaznabayev, bu iş bitti demeyi anlatmak için avucu ile şap diye cilalı, siyah masaya vurdu. Gazeteyi de özellikle kenara koydu.
– Ha, bir de, bu toplantı ne zaman olacak? Burada, seçim durumunu öğrendim…
– Bugün, Geyniyar Geynulloviç, saat üçte. İşte, halkı toplamak gerek. – Samat Safaroviç, gitmeye hazırlanan biri gibi, acele ederek gözlüğünü taktı.
Kaznabayev öfkelenir gibi oldu.
– Hm-m… hm…m… İnsanlar ta nerelerden Moskovalardan duyup dönüyor. E, biz ne, işle uğraşıp, bilmiyoruz bile. Söyleyen danışan biri de yok…
Yamanharov bu sözlerden sonra birden parladı.
– Yok, Geyniyar Geynulloviç, niçin söylemiyor diyorsunuz. Akıllım… e – e… Roza biliyor, o, dün size söyledim, dedi. Ben ona hemen sorayım. Öyle halledilecek bir iş değil. Olmaz ama. Biz burada çoluk çocuk da değiliz. Yamanharov hareket etmeye başlayınca, başhekim onu sakinleştirdi.
– Ya, tamam, yorulma! Gerçekten de, söylemişti galiba. Bu işte başın ağrır. Öyle mi? – Düşündükten sonra yine konuştu. E, e… kimi aday olarak göstermeyi düşünüyorsunuz? Sadece STK değil, ben de bileyim.
Bu kez Yamanharov memnun bir hâlde gülümsedi.
– Geyniyar Geynulloviç, bizim adayımız tektir. İşte, durumu da iyice öğrenin. Sizin için de gerekli olacak…
Bir süre sonra bu iki kişi birbirlerini konuşmadan anlayarak büyük bir memnuniyetle gülümsediler.
– Öyleyse, – dedi Kaznabayev, sözü yuvarlar gibi yaparak, – size, sizin isteklerinize karşı gelmek olmaz ki. Siz halksınız, topluluksunuz… Sadece şey, Samat, senin, kendi başına, Parti Komitesi sekreteri ile ilişkileri açıklaman gerekir mi? Çok partili bir sistem olsa da, bizde Komünistler Partisi yani. Hesaplaşmadan olmaz. Öyle işte. Ama sendika?…
Yamanharov arı sokmuş gibi fırladı.
– Yok, yok, Geyniyar Geynulloviç, insiyatif sadece onlarda ve bende. Gerekmez! Bu da bizim küçük sırrımız. Saat üçte buyurunuz. Yamanharov geri geri kapıya doğru yürüdü. Başhekim elini sallarken, diğeri de kara kapının ardında kayboldu.
Kaznabayev rahatlayıp, koltuğunda bir süre oturduktan sonra Roza’yı çağırdı.
– Akıllım, diğer toplantılar olmayacak, saat üçte toplantı yapılacakmış, – dedi. Ondan sonra birden aklına geldi. Arınbasarov gelsin!
Sekreter avuçlarını iki yana açtı:
– O… gitti… Beklemedi….
– Üzücü, çok üzücü, akıllım. Ya, tamam kendisi bilir.
Roza hâlâ çıkmamıştı.
– Ya, ya akıllım başka ne var?
– Ben Arınbasarov’a gönderilen telgrafa göz atabildim. Orada “topluluk” diye yazılmış, acil gelmesini rica etmişler. Soruşturup baktım kimin çektiğine, hiç kimse bilmiyor.
Kaznabayev memnundu.
– Tamam, akıllım, git. Sağ ol, – deyip oturdu kaldı.
Dördüncü bölüm, yani, ne ölü ne diri olan İlğuca profesörü istiyor
İlğuca hastanede gözünü açtı. Önce hiçbir şey anlamadı. Beyaz döşemeler, beyaz duvarlar… Nerde yatıyor ki o? Başı sıkıca, beyaz bir sargı ile sarılmış, sağ kolunu da hareket ettirebilecek gibi değil. Bütün vücuduna nedense belirsiz bir sızı yayılmış, kıpırdayamıyor bile. Ne olmuş ona?
Yanına beyaz önlüklü bir kadın gelince, kendisinin hastanede olduğunu anladı. E, niçin yatıyor burada? Onun enstitüde derste olması gerek. Çok geçmeden de imtihanları başlayacak.
– Uyandın mı, delikanlı? Böyle olunca bizim işler zor değil.
Ne kadar yumuşak bir ses. İlğuca uzun bir süre bu mülayim kadına doğru baktı. Ondan sonra birden sordu.
– E, ben burada niçin yatıyorum? – Sesi inleyerek çıktı. Doktor onun kalbini dinledi, tansiyonunu ölçtü, ondan sonra da çarşafla örttü.
– Ne ölü ne diriydin kardeşim, artık korku geride kaldı.
– Nasıl yani, ne ölü ne diri?..
– Onu da artık kendine sormalısın.
O anda omzuna bir önlük örtmüş olan polis kıyafetli bir erkek geldi. Önlüğünü çekip düzeltirken onun apoletlerini gördü: Yüzbaşı.
Sandalye alıp, İlğuca’nın yanına yaklaşarak geçip oturdu. Doktor çıkmak üzereydi, işaret ederek, yüzbaşı onun kalmasını rica etti. Çantasından kalem ve bloknot çıkardı.
– Adınız? – Sesi sert idi.
İlğuca yine bir şey anlamıyor. Niçin şu anda o burada ve niye onu sorguya çekiyorlar? Siniri geldi geçti. Ancak, cevap vermeye hâli kalmadığından gözlerini yumdu. Yüzbaşı kendi hatasını anladı, galiba.
– Delikanlı, sen, lütfen, vazgeçme; çünkü bizim için her dakika kıymetli.
İşte, bu önemli. İlğuca yeniden gözlerini açtı ve yüzbaşıya değil, doktora yöneldi. Doktor onun alnındaki sargıyı düzeltti.
– Kardeşim, bu, tahkikat için gerekli.
Biraz baktıktan sonra, hasta dile geldi:
– İl-ğuca…
– Evet… e, soyadın?
İlğuca sonra da konuşmak istiyor, ama dili dönmüyor. Bu niçin soruyor ki?
– Bil-mi-yorum…
Yüzbaşının yüzü asıldı, doktor kadına dönüp baktı.
– Daha yeni kendine geldi, – dedi o, savunur gibi yapıp. Bence biraz dinlensin. Biz ona pansuman yapıyoruz. Kafası birkaç yerden yarılmış… Nasıl sağ kaldıysa o.
Yüzbaşı bloknotunu çıtırdatarak yazıyordu. Boş dönmek istemiyor gibi.
Doktor devam etti:
– Boynunda ipin izi kalmış…
Yüzbaşı birden yazmayı bıraktı.
– İp izi mi kalmış diyorsunuz? – O, bu anda kalkıp bakmak istedi ama doktor izin vermedi.
– Hayır, hayır, lütfen, onun bel kemiği kırılmış, iki kaburgası çatlamış, şu anda geçici olarak sardık. Bir cerraha göstermek gerek…
İlğuca bunların sesini duyuyor. Çok uzaktan, bir küpün içinden yankılanıyor gibi. Kulak verince, cerrah sözünden titredi. Ama, bu ikisini dinlemeye devam etti.
– Asmaya mı niyetlenmişler yani? – Bu yüzbaşının sesi. Ona doktor cevap veriyor:
– Söylemesi zor. Onu kaldırımda su birikintisinde bulmuşlar. İp falan da yok.
– Belki, onu asmaya çalışmışlardır. Serseriler çok. Geçenlerde burada… Yüzbaşı bir şeyler söyleyecekti ama doktor onu böldü.
– Gece boyunca çok güçlü bir yağmur yağdı. Korkutucu bir biçimde gök gürledi, şimşek çaktı. Böyle zamanlarda insanlar bazı duygulara kapılır. Tabi bilinmez yine de. Ama buna şahit oldum: Tabiatın böyle fırtınalı günlerinde bizim hastaneye hastalar daha çok gelir. Kendi hastalığı için değil, ama işte… ya dövülüyor ya da bir yerlerden düşüyor…
Yüzbaşı yine çıtırdatarak bloknotuna yazdı.
– Düşme dediğinizde, yukarıdan, balkondan atlandığında da bu travmaların olması mümkün mü? – O, yataktaki yiğidi işaret etti.
– Elbette, mümkün. Sadece… Böyle zamanlarda genelde köprücük kemiği zarar görür, ayak kırılır. Ama bizim hastanın ayakları sağlam.
– İyi kontrol ettiniz mi? – Yüzbaşı şüphesini belirti.
– Kontrol ettik. Kolu kırılmış. Yani düşmediği belli. – Doktor kadın, kendisi de meraklandı galiba; bir şeyleri hatırlayıp birden yerinden kalktı.
– Hatırladım!
– Neyi? – Yüzbaşı da canlanarak hemen bloknota yapıştı.–Evet, evet…
– O… iç çamaşırlıymış… Bir evin önündeki kaldırımda su birikintisinde yatıyormuş. Çok ıslanmış. Gardan gelen birisi “ambulans”a telefon etmiş.
– Bunları biz de biliyoruz. Yani, o bir kapıdan çıkmışa benziyor. Bizimkiler yakın çevredeki daireleri dolaştılar ama şu ana kadar şüpheli bir şey bulamadılar. Tuhaf…
– Tuhaf değil, üzücü. Doktor İlğuca’nın elini kontrol ederek tuttu ve yeni bir konu başladı. Yani yüzbaşı yoldaş, cinayet arttıkça artıyor bugünlerde.
Bu söz onu suçlar gibiydi. Doktor, İlğuca’ya baktı ve onun uyumuş olduğuna inanınca, tekrar devam etti. – Biz hayatı hafife alıyoruz, demokrasi, glasnost39 diyoruz ama düzen yok. Siz öfkelenmeyiniz, o sadece bizde değil tüm ülke içinde böyle. Bugünlerde karaborsacılar için biz bütün şartları oluşturduk. İşte, Ufa’nın merkez pazarına yaklaşılacak gibi değil. Önce altmış yetmiş hum olan çizmeler, parlak bir ek işlendikten sonra pazarda iki yüz hum ya da üç yüz oluyor, hatta daha fazla. O, kooperatif dedikleri şeyi de düzene sokacak mısınız yoksa yok mu? Mağazadan alınacak hiçbir şey kalmadı. Kooperatif olunca, onlar kendileri üretmeli değil mi yani?
– Ya… kooperatifler bize ait değil. Ben o işler ile uğraşmıyorum, demek istiyorum. Evet, problemler var.
– Sadece var denemez, çok! Arttıkça da artıyor. Ayıp. Biz hukuk devleti kuruyoruz diye övünüyoruz, ama biz gözümüzü biraz daha açıp baktığımızda bir tane bile hukuk kuralımız yok. E, niye cinayet artıyor?
Yüzbaşı, hastane odasında böyle bir tartışma olabilir diye düşünmemişti galiba, şaşırdı. Ama kendi kurumunu da savunmaya çalıştı:
– Bizim gücümüz yetmiyor ki. Halk da yardım etmiyor…
Doktor o anda sözü kaptı.
– Nasıl yardım etmiyor? Doğru değil bu… İşte geçen cumartesi, pazarın kurulduğunda tramvaya binmeye geliyordum. Ne göreyim: Restoranın önünde, beş delikanlı birbirlerini kana bulayarak dövüşüyordu, ama cop tutan iki adamınız onlara gülümseyerek baktı ve gitti. Dayanamadım, gidip kollarından çektim. Ben konuşuyorum, ver şu sopanı, şimdi gidip omuzlarına vurayım, diyorum. Utanmıyor diğeri. Dövüşsünler abla, artık demokrasi var, bu onların şahsi işi, diyerek birisi de ağzını ayırıyor. İyi ki, oradaki erkekler gidip aralarına girdi. Bir yerleri acısa bize getiriyorlar yani. Yok, polis çalışmıyor.
– Adam yetmiyor ki. Maaş az.
– E niye, bizimki çok mu? İşte böyle bir mahluku ayağa kaldır bakalım. Gece gündüz yanlarından ayrılamıyoruz. Doktor, İlğuca’yı işaret etti, yiğit bütün söylenenleri dinleyip duyuyor. Yavaş yavaş hafızası yerine gelir gibi oldu. Yüzbaşı kalkıp gitmeye hazırlanıyordu galiba.
– Bu delikanlı ne zaman kendine gelir acaba? – diye yorgun bir sesle sordu.
– Önce bir cerraha göstermek gerek. Buraya yarım saate kadar gelecek. Ben de onun için bekliyorum. Zavallı delikanlı genç de. Doktor kadın hâlâ deminki konudan ayrılamıyordu galiba, sesini azaltsa da devam etti. Polis için şu anda bütün olanaklar yaratılıyor. Sizin de şikâyet etmeniz değil, çalışmanız gerek. İşte cinayetler arttıkça bizim meşakkatimiz de artıyor. Bilmek isterseniz, o bizim alay ettiğimiz durgunluk devri zamanında çok çok azdı cinayet, olduğunda da çözüp sonlandırıyordunuz. Artık pek çoğu serbestçe dolaşıyor serserilerin, avarelerin. Çoğu genç, hiçbir yerde çalışmıyor, ana babalarının sırtından geçinip, keyif çatıyorlar! Yaralananlar şimdi iki kat daha fazla geliyor bize. Bilmiyorum, tek maaş yetmiyor diye oturduğumuz da yok. Yani tutup tecavüz mü etsinler, ya…İşte ne yani? Haraç çeteleri mi? Onlar ne ki? Soyguncular…
– Ağrıyan yere dokundunuz… – diye hayıflandı yüzbaşı, bu kadının eline nasıl düştüğüne üzülüyordu galiba.
İlğuca’nın birden “şak” diye aklına geceki eski garaj, dört serseri delikanlı geldi. Beyni güçlükle çalışmaya başladı. Yağmur. Şimşek çakması, kesintisiz gök gürültüsü… Eski garaj… Tekmelemeler… Aniden İlğuca’nın beynine sıcak kan geldi. Bir şeyler onun göz kapaklarını yakıp geçti. O kendisini fark ettirtmeden hareket etmeye çalıştı ama gücü yetmedi; bu, bütün vücuduna akıl almaz bir sızı yaydı. Doktor da yüzbaşı da birden kalkmıştı.
– Niye ağlıyorsun, kardeşim? – diyerek, doktor hemen pamukla onun sıcak gözyaşlarını sildi; İlğuca hafızasını zorladı, dişlerini gıcırdattı, biraz nefes aldı, yavaş ve güçsüz bir sesle dünyadaki en kıymetli ismi söyledi.
– Gül-şan…
Yüzbaşı sanki bunu beklemiş dersin, hafif olan çantasından şak diye o bloknotunu yeniden çekti çıkardı.
– Ne, ne, kardeşim kimin adını söyledin? Evet, evet!…
Ama azap ateşinde yanan İlğuca bu dakikada doktoru da, yüzbaşıyı da duymuyordu. Bütün vücuduyla titremeye başladı. Doktor sürahiden su doldurup, çabucak İlğuca’nın kurumuş, yanmış olan dudaklarına dayadı. Bir yerlerden hemşireler peyda oldu. Hastanın sarılmış olan başını güçlükle kaldırdılar. İlğuca bir iki damla su yuttu ve yastığa geri yığıldı.
– Kardeşim, şimdi cerrah gelecek. Bir baksın… – Doktor kadın, hemşirelerine pek çok emir verdi, onların her biri bir tarafa dağıldı.
– Bana şimdi… profesör Arınbasarov’u… çağırın!..
Hastanın yanında dikilen doktor da, yeniden gelen hemşireler de, hatta polis yüzbaşı da yanlış duymadık değil mi, – diye şaşırdı. Hemşireler fısıl fısıl kendi aralarında konuştular:
– Bu delikanlı, Arıslan Rehmetulloviç’i istiyor, değil mi?
– Evet, onu istiyor.
– Bir yönetici çocuğudur?
– Oo, yönetici çocuğu olsa, çoktan arayıp ortalığı ayağa kaldırırlardı.
– Orası öyle yani.
– Niye, bizim cerrah da iyidir, düşüp kalanlardan değildir.
– Öyle de, profesörün de iyisini istediğine göre bir şey vardır.
– Aa, bitti mi yani dünyada eş dost falan.
– Yok, arkadaşım, Arıslan Rehmetulloviç öyle biri değil. Günahını alma. Onu bütün cerrahi bölümünde ölesiye seviyorlar…
– Evet, profesörün elleri altın.
– Elleri mi diyorsun sadece, yüreği de altın onun, yüreği!
– Elbette, çok bilim adamı yetiştirdi. O, mikrocerrahi okulu kurdu bize. Ta neredeki ülkelerden tecrübelerini paylaşmaya geliyorlar bize.
– Ay, Allah’ım, benim arkadaşım anlattı, bir sabiyi getirmişler, diyor. Annesi pancar çapalıyormuş, çocuğu da mısırların arasında oynuyormuş. Biçerdöver de çalışıyormuş. Biçerdöveri görmemiş. Sabi, iyi ki biçerdöverin bıçaklarının arasına girmemiş. Durdurabilmiş diyor biçerdöveri. Kolunun dirsekten aşağısı kopmuş. Bu sabiyi helikopter ile gidip almış, ameliyat yapmışlar. Kopan kolu, soğutucu bir kutuya koyup dönmüşler, diyor.
– Öyle ameliyatlar uzun mu sürüyor?
– On mu, on bir saat mi demişlerdi o zaman. Profesör kendisi yaptı, diyor. Bütün öğrencileri bakmış. Ameliyattan dinlenmeye de yemek yemeye de çıkmadı diyor. Biliyor musun, canım, şimdi o sabinin eli çalışıyor, diyor. Dikilen elinde iz bile kalmayacakmış.
– Git, ya?
– Evet, çok geçmeden alıp gidecekmiş annesi babası.
– Ha, Arıslan Rehmetulloviç’i öğrencileri de seviyor. Onun derslerinin kendisi bir zenginliktir, diyorlar.
– Ah, bize yetişmedi ki… – Hemşireler üzüldü ama birbirlerini sakinleştirmek için acele ettiler:
– Tamam, arkadaş, güze iyice hazırlanarak, okumak için enstitüye kesin gireriz ve rahatça profesörün derslerini dinleriz.
İlğuca’nın baş ucunda duran doktor kadın, hastanın sakinleştiğini görüp yeniden sordu:
– E… bizim cerrah olmaz mı yani?… O da çok iyi bir bilim adamı…
İlğuca şu anda dünyaya, tamamen zihni açık bir şekilde bakıyordu:
– Abla, lütfen, bana profesör Arınbasarov’u çağırınız…
Odada duran herkes birbirlerine şaşırmış bir hâlde baktı.
Beşinci bölüm, yani profesör güven gösterdikleri için bağışlamalarını rica ediyor
Saat üçü on dakika geçmişti ama toplantı hâlâ başlamadı. Halk şaşkınlıktan uğuldamaya başladı. Toplantı salonu dopdolu, bu zamana kadar böyle bir şey olmamıştı galiba.
Arıslan Rehmetulloviç, suratı asık bir şekilde, en arka sırada oturuyor. Niye çağrıldığını daha önceden bilseydi, ayağının tekini bile basmazdı. Milletvekilliğine aday gösterme toplantısıymış, katılımın yeterli olması gerekiyormuş. Nesine gerek ki şimdi bu milletvekilliği Arınbasarov’un. Halka böyle de hizmet ediyor, bütün ömrü bunun için kurulmuş desek de hata olmaz. Şu anda Moskova’daki sempozyumda bulunması da bu kişiler içindi. E, birine, herhangi bir yerde, herhangi bir zaman, herhangi bir kuruma, kolhoza veya sovhoza40 gaz vermek için boru ya da pilorama41 bulup vermek için mi, hiç olmazsa bir okul ya da mağaza yapmak için mi; ama bunların hepsini herkes yapabilir. Arınbasarov böyle ufak tefek şeyler için kendini harcamayacak. Şu anda o, şöyle bir karara vardı: Toplantıda duracak ama akşam uçağıyla Moskova’ya yeniden uçacak. Bu karara, o ta sabahleyin varmıştı. Kaznabayev’i, başhekimi, görmeden gitse hoş olmaz diye düşündü. Uğrayıp bu kararı söyleyip gitmekti niyeti. Şansından, kabul etmeye vakti olmadı. Sonra, Arıslan Rehmetulloviç sevindi, çünkü telgrafı çeken kişi bulunmadı. Anladığı kadarıyla, gençler karıştırmış galiba. Bir taşla iki kuş; toplantılarını görüp, konuşma yapanları dinleyip, biraz da dinlenip gider. Ama niye hâlâ toplantıya başlamıyorlar?
Hastanenin Parti Teşkilatı Sekreteri Sibeğetullina bir saate bakıyor, bir kapıya, yerinde oturup sabredemiyor. Kimi bekliyorlar ki? İşte ateşe basan kedi gibi, Yamanharov yürüyor. Arıslan Rehmetulloviç o anda anladı: Başhekim Kaznabayev gecikmiş. Baksana ne kadar zaman geçti, bir kişiyi beş yüz kişi bekliyor. Arınbasarov, birilerinin elini sıkarken bu yüzden başını salladı.
Profesör, yine sahnedeki Sibeğetullina’ya dikkat etti. O, ne yapacağını bilemiyor, zavallı. Kâh kâğıtlarını karıştırıyor, kâh bir iş bulmuş gibi sahne arkasına çıkıp dönüyor, birileri ona sorular yağdırıyor, bunlara cevap vermeye çalışıyor. Arıslan Rehmetulloviç düşünceleriyle Sibeğetullina’nın öğrencilik yıllarına döndü. Son sınıfta okuduğundaydı galiba, onu atmışlardı. Suçu neydi ki? Güya, rektörün izni dışında, köylü bir delikanlıyı sevmiş, hamile kalmış…Evet zamaneler… Evlenemiyorlar da, delikanlı şoför olarak çalışıyor, yanlışlıkla bir kişiye çarpıyor ve onu beş yıla mahkum ediyorlar. O zamanlar Arınbasarov doçentti, ama Sibeğetullina’yı kurtarmak için, daha doğrusu, okumaya devam ettirmek için, çok uğraştı. Burada şimdi onun adını aklına getiremiyor. Kimdi ya? Hayır, hepsi de aynı değil mi yani… En önemlisi, bu yetenekli öğrencinin beladan kurtulmasına yardım etti. O şoför parçası da beş yıl yerine, aftan faydalanıp, sadece iki yıl yatıp çıkmış diye duyuldu. Düğünlerine gidemedi Arıslan Rehmetulloviç, tekrar tekrar çağırsalar da. Şimdi kocası, bu hastanede “Ambulans”ta çalışıyor galiba. Sibeğetullina yetenekli bir doktor… Eh, böyle olanların hepsine de zamanında yardım eli uzatmak mümkün değil ki. Şu anda bile bakarken sinirlendi.
– Sibeğetullina! – diye seslendi o, salonu aşarak; o elbette duymadı, ama ünlü profesörün haberini ulaştırmaz olurlar mı hiç? Birisi gidip söyledi. Salon boyunca aramaya başlayınca, profesör ona işaret etti.
– Elfiye Rehimovna, bu tarafta! – Yardımcı da bulundu. Arınbasarov’u görünce, yanına gitsem mi gitmesem mi diye biraz tereddüt etti. Ondan sonra profesörün sözünü kırmanın uygun olmayacağını düşünerek sahneden indi. Yaşı otuza yeni ulaşan Sibeğetullina, kız gibi güzeldi. Uzun topuklu ayakkabılarıyla boyunu posunu alımlı gösterip, kalçalarını bir oraya bir buraya sallayarak yürüyor… Arıslan Rehmetulloviç onun gençliğine büyülenerek bakıyordu. Bembeyaz yüzlü, kocaman kara gözleri olan, nefis çeneli bu kadının en büyük zenginliği, konuştuğunda pırıl pırıl görünen mercan dişleri olduğunu hatırlıyor profesör. Kalın, siyah saç tutamlarını yüksekte toplayıp tepesinde bağlamış. Siyah takımlı. Göğsünde İlçe Sovyeti milletvekilliği rozeti. Bunlar onun yüzüne, görünüşüne bir sertlik hatta kibir vermiş gibi.
Gelip Arıslan Rehmetulloviç’in elini sıkarken, Elfiye’nin yüzünde samimi bir gülümseme oluştu, ama nedense o, suç üstünde yakalanmış bir çocuk gibi kıpkırmızı oldu.
– Merhaba, Sibeğetullina! – diye gülümsedi profesör, yanındaki boş yeri gösterdi. Haydi, benim yanımda otur biraz!
– Nasılsınız, Arıslan Rehmetulloviç! – Elfiye önce dikilerek durmak istedi, uygun olmayacağını düşünerek, yanına çökmeye mecbur oldu. Herkes onlara dikkat ediyor, bunu Elfiye de fark ediyor. Öncelikle, ünlü birinin yanında, kendisi çağırdığına göre, biraz olsa da oturmanın kötü olmadığını iyi biliyor o. Pek çok kişi şu anda ona kıskanarak bakıyor. Arınbasarov sert biri, herkesle böyle konuşmaz. İkinci olarak da, şu dakikada Elfiye çekiniyordu. Sebeplerini kendisi biliyor sadece. Ne dersen de, bu meşhur profesör onu zamanında beladan kurtardı… Ama, kendi çekincelerini yenip:
– A, bu Arıslan Rehmetulloviç, ömür boyu benim adımı aklında tutamadı… – dedi, şakadan. Bunu başkaları da dinliyor. – Elfiye ismi kopkolay… Elfiye Rehimovna…
Profesör ona hayranlıkla baktı.
– Ya, bu kolay olduğu için aklımda kalmadı ama – dedi o, sözlerine derin bir mana vererek.
– Biz çoğuz, Arıslan Rehmetulloviç…
– Evet, çoksunuz ama çok azsınız!
– Bunu nasıl anlamalıyız?
– Direkt olarak. Bir makama sahip olanlar çok ama iş yapan az. Sen çok iyi bir anestezistsin. Bu herkese nasip olmaz, tabiatın verdiği bir yetenek sayıyorum ben. – Etraftakilerin kulak kabartmasından rahatsız oldu Elfiye Rehimovna, ama ters bir şey de söylemedi. Tabi ona ne şüphe, profesörün neyi kastettiğini çok iyi biliyor o. Ama:
– Kaderden kaçan yok ki, – dedi.
Profesör bu sözlerden sonra birden arkasına yaslandı, yüzüne memnuniyetsizlik belirtileri çıktı.
– Yanılıyorsun, Elfiye… Kimden bahsediyorsun?
– Rehim…
– Evet, çok yanılıyorsun, Elfiye Rahimovna. Kaçılabilir. Herkes kendi bahtını kendi kurar. Sen doktorsun! Anlıyor musun, doktor. İnsanların sağlığı ile ilgili çalışan birisin. Ama sen, kendi değerini kendin kaybedip, kâğıt konmuş olan deri bir dosya taşıyarak dolaşıyorsun. Parti için çalışanlar öyle ya da böyle bulunur. Onun önünde diz çökenler, baraj yapacak kadar çok.
Sibeğetulluna’ya, herkesin önünde söylenen bu sözler çok ağır geldi, hatta aşağılanma gibi yankılandı. Kalkıp gitmek istedi ama yapamadı. Baksana, bu Arınbasarov, onu hâlâ öğrenci olarak görüyor, sonra, ne kadar aşağılıyor, yetti artık, Elfiye de akı karadan ayırabilir. Onu bütün kliniğe Parti Teşkilatı Sekreteri olarak boşuna seçmediler ya. Elfiye yerinden kalktı, tam o anda salona, ağır ağır gelen başhekim Kaznabayev girmişti. O kendi makamını bildiğinden önceden ayrılan koltuğuna acele etmeden gidip oturdu.