- -
- 100%
- +
– Arıslan Rehmetulloviç, beni azarlamak için çağırmışsınız, teşekkürler! – deyip öfkesini gizlemedi Sibeğetullina; şu andaki toplantıdan önce bunun böyle olmasına biraz sevindi. O, hızlı hızlı yürüyerek sahneye yöneldi. Ardından:
– Tamam, bizim konuşmamız daha sonra!… – diyen bir ses yankılandı.
Elfiye, elbette, çok utandı. Dosya taşıyarak dolaşıyorsun imiş. Birisi de bu işi yapmalı. Herkese ünlü profesör denilemez.
Parti Teşkilatı Sekreteri sahneye çıktı. Salon sessizleşti. Bu ilk bakışta böyleydi. Ama gerçekte ise, farklı yerlerde topluluklar toplanmış. Herkes yavaş yavaş fikir alıyor. Sibeğetullina seziyor, şu andaki sessizlik fırtına öncesi olan sessizliği anlatıyor. Ama kim Arınbasarov’u telgraf çekip çağırmış ki? Elbette, onu seviyor, pek çok kişi seviyor. Ama işte şu anda partibürosunun gerçekleştirdiği bir politika var. Ondan sonra birden kendisi de titredi: partibüronun gerçekleştirdiği politika mı? İçinde bir şüphe var, bunu kendisi de biliyor, sadece onu tanımak istemiyor. Bu kendi kendini aldatmak değil mi? Sibeğetullina bakışları ile başhekim Kaznabayev’i arayıp buldu. Yanına STK Başkanı Yamanharov oturmuş, diğer tarafında Sendika Teşkilatının Başkanı. Azameti yüzüne yansımış Kaznabayev’in. Burada o, her zamanki gibi kapkara saçlarını arkaya doğru şöyle bir düzeltti ve Sibeğetullina’ya başlayalım demek için bir işaret yaptı.
Parti Teşkilatı Sekreteri kalktı.
– İlk önce, yoldaşlar, sizi biraz beklettiğimiz için özür diliyoruz, bir sorun çıktı, – dedi o, ama bir yerlerden, arka sıralardan, sinirli bir ses yankılandı.
– Kaznabayev’in kahve içerek oturması da mı meşakkat olarak kabul ediliyor artık!
Sibeğetullina, hatta başhekimin kendisi de bunu duymamış gibi yaptı, sadece Yamanharov dönüp kalkarak, kendisinin üç metre uzakta olan bir şeyi görmemesine rağmen, salonu gözden geçirmeye çalıştı. Bağırmayın, kesinlikle biz biliyoruz sizi ayrıca. Elfiye şimdi iki yol ayrımına geldiğini anladı. Salon demek ki ikiye ayrılacak. Bu, gün gibi açık. Ama hangi tarafa gitmeli Parti Teşkilatı Sekreteri? Ortada duracak değil ya. Ya sol tarafa, ya da sağ tarafa gitmek gerek. Ama, niye az önce profesör Arınbasarov “Bizim konuşmamız daha sonra.” dedi? Bilmece, hepsi bilmece.
Sibeğetullina etraflıca, toplantının gündemini anlattı.
– Yoldaşlar, bu bizim Parti Teşkilatımızın toplantısı değil, kollektif toplantısı. – Burada o birden Arınbasarov’a baktı. – Bana söylendi. Gündemde tek bir mesele var. Ülkede seçim öncesi kampanyası başladı. Şimdi milletvekilliğine alternatif olacak birkaç aday seçilecek. Burada bugün, bizim topluluğumuz da bir kişi göstermeli. Seçim barajı var…
Salon biraz uğuldadı, Sibeğetullina yine düşüncelerinde bir soruya geri döndü. Hangi yoldan gitmeli? Burada mücadele iki kişi arasında olacak: Birisi başhekim Kaznabayev, ikincisi, elbette, profesör Arınbasarov… Yanılmıyorsa… E, kim çağırdı Arınbasarov’u? Gelmiş oturmuş işte. Elfiye bu toplantıyı özellikle bu güne erteledi. İçindeki bir his, toplantıyı Arınbasarov evde yokken yapmak daha hayırlı olurdu fikrini güçlendirdi. “Deri dosyayı taşıyarak” sözleri yankılanır gibi oldu. Bu, Sibeğetullina’nın tereddütlerini yenmesine yardım etti. O, sol kenarda, Kaznabayev’in tarafında yer alması gerektiğini çok açık bir şekilde anladı şimdi. Bu hatta ona bir rahatlık de getirir gibi oldu.
– Yoldaşlar artık, haydi, adayları gösterelim!…
İlk olarak Yamanharov fırladı.
– Ben söz isteyebilir miyim?
– Lütfen buyurun, Samat Safaroviç! Söz, Hizmet Topluluğu Sovyeti Başkanı Yamanharov yoldaşta.
Samat Safaroviç hızlı hızlı yürüyüp kürsüye çıktı ve konuşmaya başladı.
– Yoldaşlar, burada uzun uzun nutuk atmanın bir faydası yok diye düşünüyorum. Biz bununla ilgili toplantıda fikir alışverişinde bulunmuştuk; partibüronun fikri de bana göre belli… – O birden Sibeğetullina’ya baktı.
– Bizim aramızda halk milletvekilliği adaylığına layık tek kişi var, onu da hepimiz tanıyoruz. Kim diye düşünüyorsunuz?
Ön sıralardan bağırdılar:
– Kim demek de ne, bizim başhekim Kaznabayev!
Yamanharov’un ağzı yayıldı.
– Doğru, millet, gece gündüz bizim için kaygılanan, bizim haklarımıza özen gösterip, kliniğin ününü koruyan bu Kaznabayev Geyniyar Geynulloviç’tir. Bugün biz ona güven duyduğumuz için horlanmayız diye düşünüyorum. Bence – o, arkasına döndü, – Elfiye Rehimovna, oylamaya sunmak gerek. Yani, niye uzatalım ki, herkesin işi var, sorunu çok…
Yamanharov kürsüden inmedi, beklemeye başladı. Elfiye Rehimovna ayağa kalktı. Bütün gözler, bu ne söyleyecek der gibi ona yönelmişti. Çıt bile çıkmıyor. Parti Teşkilatı Sekreteri meselenin böyle kolay halledilmesine inanamıyordu, hatta biraz da üzüldü. O, derin bir nefes aldı ve:
– Yoldaşlar, başka adaylar yoksa… – diye çabucak söyledikten sonra oylamaya sundu. Kim…
Ama Sibeğetullina aceleden yanıldığını anlamadı. Çok sessiz olan salonda bir yerden, bu kez ona yakın bir el yukarı kalktı.
– Başka fikirler var mı? – dedi o, şaşırarak. Ondan sonra Yamanharov’a oturmasını işaret etti. Farklı sesler duyuldu.
– Niçin demokrasiyi kısıtlıyorsunuz?
– Doğru değil ki bu!…
– Müzakere etmek lazım.
– Bizde yalakalık yapmaya alışmışlar…
– Dalkavuklar!
Git gide çeşitli atışmalar duyuldu. Sonunda, konuşmak isteyenlere söz vermekten başka bir çare kalmadı. Sakallı, genç bir delikanlı hemen kürsüye çıktı.
– Adaletsizlik ömür boyu hüküm sürdü ve sürecek, – diye başladı o, konuşmasına.
– Soyadınızı söylemeniz gerek, – diye böldü onu Elfiye Rehimovna.
– Hepsi aynı değil mi? – diye işitildi arkadan.
– Nasirov! – dedi sakallı. Birisi gece gündüz halka hizmet ediyor, ilim için çalışıyor, onu gören yok, diğerleri hazır olan şöhreti bölüşüyor, boynuna defne çelengi takıp dolaşıyor. Nerede burada hakikat? Niçin biz göremiyoruz? Sonra, hepimiz öncelikle, görevinde namuslu insanlar değil miyiz?
– Açık konuş! – diye ses verdi Yamanharov. Kaznabayev yavaşça onun elinden tuttu, bir otur ya.
– Açık mı? – Sakallı, Yamanharov’a uzun uzun baktı, diğeri hatta sandalyesinde döndü. – Açıkça söylemek gerekirse, profesör Arınbasarov’u teklif ediyorum. Burada onun kim olduğunu söylemek gereksiz…
Bundan sonra toplantı iyice kızıştı.
Biraz zaman geçtikten sonra, Elfiye Rehimovna’ya sahnenin arkasından bir not getirdiler. Orada şöyle yazıyordu: “Üçüncü Şehir Hastanesine çok acil olarak profesör Arınbasarov’u çağırıyorlar. Genç bir delikanlı ağır bir travmadan sonra ölmek üzere, onu istiyor…” Bu tuhaf notu ne yapacağını bilemeyerek bir süre bekleyen Sibeğetullina, toplantıyı durdurup, onu yüksek sesle okudu. Salon sustu.
Bu haberi işiten Arıslan Rehmetulloviç rahat bir nefes aldı. Çıkıp gitmeden önce, öne geçmeden:
– Yoldaşlar, sizin pek çoğunuzun heyecanını ben anlıyorum. Güven duyduğunuz için teşekkürler! Ama biliyor musunuz, milletvekili olmak Geyniyar Geynulloviç’in işi. Makama göre de böyle emredilmiş. Benim böyle şeylere vaktim yok. Affediniz!… – dedi ve çıkıp gitti.
Altıncı bölüm, yani gizemli bir telefon
Feyrüze Hesenovna, kocası gidince, yine bunaldı. Kendini nereye koyacağını bilemedi. Tabak çanak yıkamaya çalışıyordu, fincanı düşürüp kırdı. Kırıkları toplamıştı, masayı sileyim derken şişedeki sütü döktü. Sinirlendiği için ağlamaya başlayıp, pencerenin önündeki güllere su dökmeye başlamıştı ama yeni çiçek açmaya başlayan gülün dalını kırdı. Ondan sonra da “pat” diye oturuverdi. İçine bir şüphe düştü, yüreğini endişe kapladı. Daha çok da gül dalı endişelendirdi. Bu pembeleşip çiçek açan gülüne bakınca hep bir çilek gibi olgunlaşan kızını gözünün önüne getirmeye alışmıştı. Şimdi onun dalı kırıldı. Hayır, hayır kırıldı demek doğru olmaz. Feyrüze kendisi dikkatsiz davranınca büküp düşürdü. Akşam, yağmurlu akşamda, o biricik Gülşan’ını çabuk dönmesi için bile uyarmadan serbestçe gönderdi. O da, telefon çalınca “hop” diye fırladı. Babası da evde olmayınca temkinsiz davranmıştı o. Gece gündüz kitap üstünde yorulmuştur diye üzüldü. Arıslan’ı evdeyken böyle bir olay ortaya çıkmazdı. O katıdır. Ama işte, Feyrüze’nin elinden gelmiyor. Gülşan’ına bakıyor ve kendi gençliğini aklına getiriyor.
Bir düşününce, Feyrüze çok şanslı biri. Sevdiği kişiyle evlendi. Çok iyi bir çocuk yetiştiriyorlar. Varlıklı bir hayat sürüyorlar. Her şeyleri var. O, işinden de memnun. Sağlık Meslek Yüksekokulunda öğretmen. Oraya işe gireli artık çok zaman geçmiş. Şimdi de Feyrüze gençliğindeki güzel bir olayı aklına getirdi.
… Yaz tatili idi. Arıslan’ı Moskova’dan dönmüyor da dönmüyor. Feyrüze köyde, annesinin babasının yanında. Ama onun içi rahat değil. Yani, niçin çoktandır bir mektup gelmiyor Arıslan’ından. Şaşırmaktan yoruldu. Bahçeye çıkıp, gizlenerek gözyaşı döktüğü zamanlar da oldu. Bir de içine bir şüphe düşüyor. Kulağından, aynı sınıfta olduğu bir arkadaşının sözü gitmiyor: “Bak ona, dikkatli ol, Moskova’da Rus kızları kötü diyorlar, senin Arıslan’ın gibi esmer delikanlılara asılırlar, diyor…” Şakayla söylese de arkadaşı, Feyrüze’ye yetti. Düğme kadar olan şüphesi büyüdükçe büyüdü, gittikçe bir deveye döndü…
Ama bir gün, bir iş bulup sessizce komşu kadına gitti. O, Feyrüze’nin kulağına: “Orada çok düzgün, yakışıklı bir delikanlı seni bekliyor, kızım. Birlikte okumuştuk, diyor…”
Feyrüze’in yüreği “hop!” etti. Koşup gitmek istedi ama gücü yetmedi. Onların köyünün karşı tarafında bir dağ uzanmıştı. Halk, niyeyse ona Behittav (Şans Dağı) diyor. Onun eteğindeki çukurlukta neler yetişmiyor ki. Açlık yıllarında rızkı oradan sağlamışlar galiba. O baltırğan42, o köpşe43, o çilek, o kartopu…
Behittav’ın köye çok yakın olan bir taş çukurunun dibinden fışkırarak bir pınar çıkıyor. Adı da çok güzel, Yırşişme (Şarkı Pınarı)! Ona gün boyunca farklı taraflardan güneş vurur, suyu ne zaman gelirsen gel, ışıldar, mavileşir. İçmeye doyum olmaz, soğukluğu dişini donduracak kadar. Ama en akılda kalanı, o, gece gündüz, bileği taşlarının üstünden zıplaya zıplaya çınlayan şarkısını yayar. Yanına yatıp dinlemeye başlarsan mı!… Aklın başından gider… O pınarın suyunu getirip semavere koydun mu, çayı da çok lezzetli olur. Artık pınara gitmiyorlar. Her evin önüne denilebilecek kadar tulumba koydular. Uzaklık da var tabi. Böyle olmasına rağmen, Feyrüze kovaları aldı ve omuzlarının başına köyente44 alıp Yırşişmeye gitti. Bunu gören komşu dedenin sesi duyuldu.
– Hey, bu Feyrüze çalışkan ya, yine Yırşişme’ye suya gitti. Kendin gibi çalışkan bir adamla evlen!…
Feyrüze, sokağın köşesinde duran Arıslan’ı görünce yüreği, kafesinden uçup çıkmaya hazırlanan bir kuş gibi, tak tak atmaya başladı. Mutluluktan gözünün önü perdelendi sanki, hiçbir şey görmez oldu. O, tam ters yöne yürüyor, dönüp bakmaya korkuyordu. Birisi fark etmesin de. Ne yapsa da, Yırşişme yanındaki fındık çalılığına ulaşsaydı. Sabrı tükendi kızcağızın. Arıslan’ı onun düşüncesini anlayıp, ardından gelse tamamdı.
Önce çok hızlı yürüdü. Pınara yaklaşırken, adımlarını yavaşlattı. Yüreği seziyor, Arıslan’ı dolaşması gerekse de gelecek.
Yırşişme’ye gelip fındık çalılığına girince ne görsün: Diğer taraftan onun Arıslan’ı kocaman kocaman adım atarak koşuyor ve ona gelmek için acele ediyor. Artık Feyrüze’nin dayanacak gücü kalmamıştı, iki kovasını birden attı ve ona doğru koştu. Ah, o tatlı dakikalar!…
Feyrüze Hesenovna, bundan uzun yıllar öncesinde olan bu anı kendinden geçerek, gözlerini yumup hatırlıyor, bitmez tükenmez bir mutluluk duyuyordu. Galiba, insan, kırka kadar hayaller ve ümitlerle yaşıyor, sonra da bu hatıralarda sevinç buluyor.
…Onlar böyle Yırşişme boyunda ne kadar kucaklaşarak durdular, şimdi aklında değil. Ama o gün Feyrüze pınardan su taşıdı. Arıslan’ı, köydekilere görünmemek için, kavağın dibinde yatıyor, ama Feyrüze her geldiğinde ya krep ya da börek taşıyor. Annesi fark etmez olur mu hiç, kızının mutluluk dolu gözlerine bakıp anlamıştır, muhtemelen. Sonra kendisi yardım etmeye başladı.
– Ben seni götürmeye geldim! – dedi Arıslan, kendinden geçerek Feyrüze’nin kara gözlerine baktıktan sonra. Kız, yakındaki pınarın sesini çıkararak, kikir kikir güldü.
– Git, deli, – dedi, yanındayken hep sıkıca yiğidine yaslandı. – Biraz sabret. Anneme, bahçedeki işlerine yardım edeyim…
İkisi de rahatlayıp gülümsedi. Arıslan görüp konuştuktan sonra gitmek istemişti, Feyrüze onu bırakmadı. İlk defa bir gece onlarındı. Kavağın dibindeki yeşil çimen onlara döşek oldu, yıldızlı gecenin boz havası pamuk yorgan… Bu gece Feyrüze Hesenovna kadın oldu. Gülşan’larının bu hayata yolu, o Yırşişme’de başladı. Çok geçmeden de düğün yaptılar…
…Birden telefon çaldı. Feyrüze “tak” diye kaldı, hayallerin, anıların ipleri koptu. Uzun süre hatıralara dalmak istiyordu. Kim ki? Gülşan’ı mı? Zaman çok uzadı sanki.
– Alo! Ben dinliyorum…
Ahizede, bir şey duyulmuyor. Birinin nefes alışı fark ediliyor. Feyrüze şaşkın bir hâlde konuştu:
– Kızım, Gülşan, sen misin? Niye böyle şaka yapıyorlar şimdi, – diye içinden kızdı o. Ama cevap yerine ahizeden şarkı duyuldu:
Sokağınızı geçeriz,Çitlerinizi sökeriz.Güzel kızlarınız varsaÇalıp gideriz…Bir erkek sesiydi bu. Vay utanmaz. Feyrüze sinirinden ağlamaya başladı. Niye şimdi ona şaka yapıyorlar? Yoksa şimdikilerin şakaları böyle mi oluyor?
– Kimsiniz? – diye bağırdı ahizeye Feyrüze, ama onunla konuşan olmadı. Delikanlı donuk bir şekilde esrarengiz güldü ve kapattı.
Feyrüze Hesenovna, sersemletilmiş balık gibi sendeleyip, pencere önünde kaldı. Ne düşüneceğini de bilmiyor. Çalıp giderizmiş. Neyi kastediyor ki bu yabancı ses? Ne yazık ki, Arıslan’ı da evde yok. Ne yapsa, telefonla arasa mı? Şimdi o bulunmaz da. Toplantı var diyorlardı. Kendine bir yer bulamadı Feyrüze Hesenovna. Ne kadar tuhaf bir telefondu bu? Onun yüreğini gittikçe endişe kapladı. İçinden, sadece kocasının çabucak dönmesini diledi. Yoksa, bir arkadaşını mı arayıp sorsa? Polise söylese mi? Adı çıkarsa? Dahası, Arıslan onaylar mı bu işi? Tek başına, yüz soru. Feyrüze Hesenovna sadece oturmamak gerektiğini, bir şeyler yapmasının gerekli olduğunu iyi biliyor. Ne olursa olsun diyerek o telefona yöneldi ama yine telefon çaldı. Korkarak ahizeyi kaldırdı ev sahibi.
– Evet, Arınbasarovlar dinliyor.
Telefonun diğer ucunda heyecanlı bir erkek sesi:
– Merhaba, Feyrüze Hesenovna! – diye bağırdı. – Kutluyoruz, canı gönülden! Zaferle. Şimdilik küçük zaferle, büyüğü, daha sonra.
– Ne zaferi, niçin kutluyorsunuz? – Feyrüze Hesenovna hiçbir şey anlamadı. Çok geçmeden de, erkekten ahizeyi bir kadın çekip aldı. Öncekinden de telaşlı bir sesle devam etti bu:
– Merhaba, yenge siz misiniz? Mücadele edip yendik, yenge! Biz de düşenlerden değiliz yani.
– Yendiniz mi, ne? – diye sordu ev sahibi, şaşkın bir hâlde. Diğeri daha da heyecanlı konuştu.
– Yenmemek de ne, aksi mümkün değildi. Geri çekilmeye yer yok, arkada Moskova. Parti Komitesi de onu savunuyor, o STK Başkanı, adam müsveddesi, zıplayıp duruyor, sendikaya ne ki? Hepsini de yendik.
– Neyi yendiniz? Kimi?
– Başhekimin yandaşlarını. E… Arıslan Rehmetulloviç evde mi?
– Yok, o, hastaneye diye gitmişti sabah…
– A, toplantıdan çıkalı çok oldu da. Onu Üçüncü Şehir Hastanesine çağırtmışlardı. Bir şey mi oldu ki? – Ondan sonra sorusunun cevabını beklemedi kadın, haberini bitirmek için acele etti. – Biz Arıslan Rehmetulloviç’i çok seviyoruz, bizim öğretmenimizdir o! Onun gibi insanlar klinikte yok. İşte bunun için Arıslan Rehmetulloviç’i çoğunluğun oyu ile Yüksek Şûra’ya halk milletvekilliğine aday olarak gösterdik. Kazandı. Bizim tebriklerimizi ulaştırınız. Kadın nazikçe vedalaştı ve ahizeyi kapattı.
Bu yenilik Feyrüze Hesenovna’yı şaşkına çevirdi. Onun Arıslan’ı mı, şimdi halk milletvekili olacak yani, tam bir bilim adamı, tiyatroya bile gitmek için vaktine acır o. Konferanslar, ameliyatlar, deneyler… Onun evde olduğu da nadirdir. Ama şimdi, halk milletvekilliğine aday. Nedense bu yenilik Feyrüze Hesenovna’nın içine sığmadı. Ayrıca, kocası için duyduğu gurur gönlünün bir tarafını ısıttı.
Daha sonra ne yapacağını bilemeden Feyrüze Hesenovna dairesini toparlamaya başladı. Salondaki iri çiçekli kilimi elektrik süpürgesi ile temizledi, pencereleri sildi. Saat dört oldu, dördü geçti, Gülşan yok. Arıslan da yok. Böyle zor bir durumda o tek başına hiç kalmamıştı. Arkadaşlarında kalıp enstitüye derse gitse bile şimdiye çoktan geri dönmesi gerekti. Boşuna değil bu. Gülşan’a bir şey oldu. Yok böyle oturmak olmaz. Arıslan’ı bulmak gerek. Yetti, yalnız başına kahrolmalar.
Emin adımlarla telefona geldi, ama bu kez kapının zili çaldı. Rahat bir nefes aldı, koşarak açtı. Ama orada dokuz on yaşlarında saçlarını iyice kazıtmış olan, tanımadığı bir çocuk görünce şaşırdı.
– Kimi arıyorsun, oğlum? – dedi Feyrüze Hesenovna. Çocuk cevap yerine, garip bir şekilde gülümseyip, zarf uzattı ve dondurmasını ağzını şapırdatarak yalaya yalaya merdivenden inip gitti. Feyrüze zarfın dışındaki kargacık burgacık harfleri görünce, onun ardından çıktı.
– Hey, çocuk, lütfen dur, kim verdi bu mektubu?
Kel durdu, korkmadan:
– Veren kişi hileli oldu, uçtu gözden kayboldu! – diye nükteli konuştu, o, dilini uzunca çıkarıp dondurmasını yaladı.
– Niye dondurma için para mı verdi yani? – diye sordu Feyrüze Hesenovna.
– Verdi.
– Çok mu verdi?
Çocuk göğsündeki cebi açıp içine göz attı.
– Şimdi iki dondurma daha alabilirim.
– Zengin olmuşsun ya. Kimin oğlusun?
– Annemin.
– Adı yok mu yani?
– İşte şimdi unuttum.
Kel, iş bununla bitti der gibi, paytak paytak yürümeye başladı.
– Oğlum, mektubu bir erkek mi verdi? Batarken samana tutunmaya çalışan biri gibi, acele ederek, endişeyle sordu. Bu kez çocuk, ablaya üzüldü galiba.
– Bir delikanlı verdi zarfı, yüzünü hatırlamıyorum, dedi.
– Yanında bir kız yok muydu?
– Yok. “Ciguli” de oturan da erkekti. Gittiler.
Feyrüze Hesenovna acele ederek dairesine çıktı ve titreyen elleri ile zarfı yırtıp açtı. Ortası bükülmüş bir defter sayfasında, sol tarafa toplanmış bir şekilde yazılan iki üç cümleydi: “Kızınız değerli ise on beş bin hazırlayınız. Onun bize nasıl verileceğini akşama doğru arayıp söyleriz. Centilmen gibi davranırsanız, kızınızın saçının tek bir teline bile dokunmayız. Baykuş.” Yazıyı okuyunca, Feyrüze Hesenovna’nın birden gözünün önü karardı. Gücü tükendi, havasız kalır gibi oldu. Ama yüreği sezmişti, işte doğru çıktı. Sağ salim olsun da yavrucağı, ay ay, görenler var mı ki bu başı!… Baykuşmuş.
Feyrüze Hesenovna, duvara tutunarak, telefonun yanındaki koltuğa oturdu ve Üçüncü Hastanenin numarasını çevirmeye başladı. Arıslan’ı oraya gitti, demişlerdi.
Yedinci bölüm, yani tutsaklığa götüren yol
Gülşan’ı, şehir boyunca uzun uzun dolaştırdılar. Önce çok tartıştı, tırmaladı, gücü yetmedi, ağladı, ondan sonra yalvarmaya geçti.
Ama iki tarafında da oturan azman gibi adamlar onun hareket etmesine izin vermedi. Onun gözlerinin önünden bir dakika bile yerde yatan İlğuca’sı gitmedi. Ne oldu ki? Tekerlerin altında kaldı galiba… Allah’ım sağlıklıysa tamamdı… E.. öldüyse? Onun tüm vücudu bir yandı bir soğudu. Ağlamaklı oldu, durdu durdu. Gözlerinden gayriihtiyari yaş aktı. Bunu gören Vadik ile peltek, birbirlerine bakıp gülümsedi.
– Ne yani, madonna, delikanlını mı özledin de ağlıyorsun? – diye sırıttı Vadik denileni. Bak, hayvan, bir de “madonna” diye isim takıyor. Onun yüzüne bakılmaz, iğrenç, ağzından bira fıçısından geliyor gibi, haşerat bir koku yayıyor. Saçları bahçedeki korkuluk gibi dağılıp alnına yapışmış. Gülşan sadece bir saniye bakışlarını ona yöneltti ve onun yüzünde uzun bir yara izi olduğunu fark etti. Dudağını öne çıkartıp yalanıyor, haşerat! Bu adama Gülşan’ın sağ tarafında oturan peltek de katıldı:
– Böyle iyi delikanlılay a-asında üzülüp otu-mak kızla-a yakışan biy iş değil!
Kırık pencereden rüzgâr esiyor, bazen kıza yağmur damlaları da gelip değiyor. Peltek, o pencereye ceket gibi bir şey kapıyor.
– Alçak, pencereyi kırdı… – diyor Vadik, dostunun hâlini anlamaya çalışarak.
O da sadece bunu beklemiş, çabucak onun tarafına döndü:
– Vadik, cebinde kalan yakıyı ve-sene. Ü-şüt-tüü.
Vadik yeni aklına gelmiş gibi, koynundan şişeyi çıkarıp, lıkırdatatak içti. Ondan sonra biraz tereddüt etti, gülümser gibi yaparak:
– Madonna, sen de içer misin? – dedi. – Görüyoruz, tir tir titriyorsun, hatta delikanlının gömleği de ısıtmıyor.
Gülşan konuşmadı. Artık ağlamanın, yalvarmanın fayda getirmeyeceğini anladı o. Nedense yüreği taş gibi sert.
– Yoksa kucaklayıp mı oturayım? Cennetin bile gerekmez… Hi-hi!..
Peltek sabredemedi, yoldaşının elindeki şişeyi çekip aldı.
– Geveze! Kendi ısınınca, dostla-ını unuttu. Haydi, ye-le-i değişti-elim!
– Yok benim için madonnanın sağ tarafında sallanarak gelmek çok iyi. Sonra zamanı gelince, böyle kucaklaşıp uyuruz, tamam mı, güzelim! – O, birden kocaman ıslak elini Gülşan’ın gömleğinin kenarından soktu, ikincisiyle de dizinden tuttu. Kızcağızı elektrik akımı çarptı sanki, kendi bile anlamadan, acı acı bağırdı ve göz açıp kapayana dek Vadik’in boynunu sıktı. Hırıldamaya başlayan dostunu peltek kurtardı.
– Vadik sen hâlâ kadın kız meselesinde çok safsın. – O şişedeki sıvıyı içip bitirdi ve şişeyi de camdan attı. Şişe çat diye kırıldı. – Onlar nazlanmayı çok severler.
Gülşan konuşmaya başladı:
– Siz, katiller, en aşağılık hayvanlar! Sizin, bu yaptıklarınız için kesinlikle hesap vereceğiniz zaman da gelecek. Bilin bunu.
Yeni sakinleşen Vadik, Gülşan’ı kenara çekip, pencereyi açıp dışarıya tükürdü.
– Kancık, vay kancık… – Onun başka bir sözü olmadı. Galiba, Gülşan onun boyununa uzun tırnaklarını yarana kadar batırabilmişti.
Bu zamana kadar önde oturan şef, şapkalı adam, hiçbir şey söylemedi: “Ciguli” sahibi de onları duymuyor. Onlar için arkadaki, ne var ne yok. Ama, Gülşan’ın sözlerinden sonra dönüp bakmadan konuştu.
– Centilmenler, kızlara kötü muamele etmek iyi değildir. Sabredin… O herhangi birinin kızı değil, profesörünki… Onların çevrelerinde başka türlü konuşurlar, başka türlü severler. E, siz? Sokak serserileri gibi davranıyorsunuz. İçmeyi de bırakın! Duydunuz mu? İş başlıyor artık… E, kim çalışmazsa o, yemek yiyemez.
İki yiğit birden hareketlenmeye başladı.
– Oldu şef, senin sözünden çıkmayız.
Araba şehrin sokaklarında sağa sola dönerek gitti gitti ve Ağizil köprüsüne götüren yola indi.
– Durdurun! – dedi Gülşan, “şef”in şapkasını yolarak alıp. İndirin beni!..
Böyle bir yüreklilik beklemeyen “şef” dönüp bakmadan, biraz da keyfi kaçarak, başını çevirmeden konuştu:
– Her şeyin bir ölçüsü vardır güzelim! Yoksa…
– Ne “yoksa”? – Gülşan’ın iki elinden de iki yiğit sıkıca tutmuştu, kımıldamak mümkün değil.
– Yoksa mı? İşte bu iki aslana, – o, arkadaki Vadik ile pelteği işaret etti, – evet, iki aslana yoldurmak için veririm. Burada şimdi arabayı durdururuz da… biz şoför ağabeyin ile çıkarız. Anladın mı? İyiliğe iyilikle cevap verirler, güzelim! – Şefin başına şapkasını taktılar, o, şapkasını düzelterek taktı. Yarım saniye bile dönüp bakmadı. Demek, Gülşan’dan çekiniyor, tanınmamaya çalışıyor. E, çekiniyorsa, korkuyordur. Kız onun demin söylediği sözlerden çok korksa da, ama bunlardan her şey beklenir, kurnazlık yaparak, konuşmaya başladı.
– E, sizi ağabey, ben bir yerlerde görmüş gibiyim… – Gülşan nefes almadan cevap bekledi. Ne yapabilir ki bu densiz adam? Bu dakikada onun iki tarafında oturan iki yiğit ellerini biraz bırakır gibi oldu. Gülşan daha da hareketlendi. Gözünü bile kırpmadan kandırma zamanı geldi şimdi onu.
– Gerçekten, nerede gördüm ki sizi? – Arabada sessizlik oldu. Sabredemedi şapkalı, birden dönüp baktı. Onun yüzünü bu karanlıkta aklında tutamasa da, bitişmiş koyu kara kaşları işte gözünün önünde duruyor. Biraz önce şapkasını çekip indirdiğinde başının kel olduğu da anlaşılmıştı. Bunlardan yararlanarak değerlendirmeye çalıştı kız.
– Güzelim, sen beni değil bir vakitte, hiçbir zaman görmemişsindir. Anladın mı? Bunu aklına iyice sok. Yoksa, senin için kötü olacak. Şaka yapma!..
Ateşle oynadığını anlıyor Gülşan. Bunun iyi olmadığını da biliyor. Ama bir ümit işte, belki bırakırlar…
– Şaka yapmıyorum, – dedi Gülşan, saf bir şekilde. – Şu anda tanıdık geldiğiniz için sadece… Yani, bir mecliste mi, misafirlikte mi, burada öldürün aklıma getiremiyorum.
– Evet, akıllı olduğun belli oluyor.
– Ağabey, haydi gerçekleri konuşalım artık. Niye beni burada şimdi bırakmıyorsunuz? Benim orada arkadaşım yattı kaldı. Siz onu arabayla çiğnediniz. Bilin, şu anda sizi polis arıyor. – Bu kez şoför, bu ana kadar hiç kımıldamayan yiğit, vitesi yanlış takıp, arabasını tarıldatıp gürültü çıkardı.
– O, çiğnenmedi, dedi şapkalı sakin bir şekilde.
Gülşan’ın gönlünde bu sözlerden sonra bir inanç uyandı. Şu anda cehennem deliğine giden o değil sanki, İlğuca’yı düşünüyordu. Ama bu şapkalı gerçekten de tanıdık gibi geldi. Ama nerede gördü? Muhtemelen, ona öyle geldi sadece.