- -
- 100%
- +
“Bana bunu yapamazsınız.” dedi Nassar.
Luke saatine baktı. Saat 7’ydi. Polisler her an burada olabilirlerdi.
Ana oturma odasının hemen yanındaki ofise almışlardı onu. Nassar’ın sabahlığını üstünden almışlardı. Terliklerini almışlardı. Sadece ona sıkıca oturan beyaz bir donu giyiyordu. Büyük göbeği dışarı fırlamıştı. Bir davul gibi gergindi. Onu başka bir koltuğa oturtmuş, kollarını bu koltuğun kollarına, ayaklarını da ayaklarına bağlamışlardı.
Ofisin içindeki masada eski tip bir bilgisayar ve ekran vardı. Bilgisayarın kasası kalın, çelik bir kasayla yere sabitlenmişti. Bu kutuyu açmak mümkün görünmüyordu, kilidi, kapağı yoktu veya başka bir şeyi yoktu. Sabit diske ulaşmak ancak bir kaynakçının marifeti olabilirdi, ve bunun için zaman olmayacaktı.
Luke ve Ed, Nassar’ın dibinde duruyorlardı.
“Grand Cayman Adalarındaki Royal Heritage Bank’ta gizli bir hesabın var.” dedi Luke. “3 Mart’ta Ken Bryant’ın sahibi olduğu bir hesaba 250,000$ yolladın. Ken Bryant, dün gece Harlem’de bir apartmanda boğularak öldürüldü.
“Neden bahsettiğiniz bilmiyorum.”
“Bu sabah Center Medical Center’ın bodrum-altında yaşamını yitiren İbrahim Abdulrahman isimli adamın işverenisiniz. Radyoaktif madde çalarken kafasına dayanarak ateşlenen bir silahla öldürüldü.
Adamın yüzünde bu ismi tanıdığını belirtir, ufak bir titreme göründü.
Luke derin bir nefes aldı. Normalde, böyle birini sorguya çekmek için saatleri olurdu. Bugünse sadece dakikaları vardı. Biraz hile yapması gerekiyordu.
“Bilgisayarın neden yere sabitlenmiş?”
Nassar omzunu silkti. Kendine güveni yerine geliyordu. Luke neredeyse bunu görebiliyordu, bir sel gibi geliyordu. Adam kendine inanıyordu. Onları durdurabileceğine inanıyordu.
“Orada ciddi miktarda gizli bilgi var. Fikri mülkiyet ile ilgili iş anlaşmaları yapacak olan müşterilerim var. Aynı zamanda ben, belirttiğim gibi, Birleşmiş Milletlere atanmış bir diplomatım. Bazen özel haberler aldığım olur… gizli bilgiler. Böyle bir pozisyonda olmamın sebebi gizliliğe gösterdiğim özendir.
“Olabilir,” dedi Luke. “Ama bir de ben gözümle görmek isterim şu bilgileri dolayısıyla sizin şifrenize ihtiyacım var.”
“Korkarım bu mümkün değil.”
Nassar’ın arkasında, Ed, güldü. Homurtu gibi duyuldu.
“Nelerin mümkün olabildiğini bilsen şaşardın.” dedi Luke. “Kesin olan şey bizim senin bu bilgisayarına erişeceğimiz. Ve sen o şifreyi vereceksin. Şimdi, bunu yapmanın bir kolay bir de zor yolu var. Seçim senin.”
“Bana hiçbir şey yapmayacaksınız.” dedi Nassar. “Başınız zaten büyük belada.”
Luke, Ed’e baktı. Ed, Ali Nassar’ın sağ tarafına geçti ve çömeldi. Nassar’ın sağ elini, güçlü elleriyle tuttu.
Luke ve Ed dün gece tanışmışlardı, ama şimdiden, sözcükleri kullanmadan iletişim kurabiliyorlardı. Sanki birbirlerinin aklını okuyorlardı. Luke bunu daha önce yaşamıştı, genelde Delta Force gibi özel tim elemanları arasında olmuştu. Bu ilişki düzeyi, genelde daha uzun sürede gelişirdi.
“Oradaki piyanoyu çalıyor musun?” dedi Luke.
Nassar başını salladı. “Klasik müzik eğitimi aldım. Gençken konserlerde çalardım. Hala, biraz eğlenmek için çalarım.”
Luke, Nassar’la göz göze gelmek için çömeldi.
“Ed birazdan parmaklarını kırmaya başlayacak. Bu piyano çalmanı zorlaştırır. Ve canın yanacak, muhtemelen epey yanacak. Eminim senin gibi bir adam bu tür acılara alışık değildir.”
“Yapmayacaksınız.”
“İlkinde üçe kadar sayacağım. Bu sana, ne yapmak istediğine karar vermek için son birkaç saniye verecek. Senin aksine, biz insanların canını yakmadan önce onları uyarırız. Radyoaktif madde çalıp milyonlarca masum insanın canını hedefleyen insanlar değiliz biz. İlk parmaktan sonra uyarı yapmayacağım. Sadece Ed’e bakarım ve o da sıradaki parmağını kırar. Anlıyor musun?”
“İşini elinden alacağım.” dedi Nassar.
“Bir.”
“Gücü olmayan küçük adamlarsınız. Buraya geldiğiniz için, sonsuza dek pişmanlık duyacaksınız.”
“İki.”
“Sakın cüret edeyim demeyin!”
“Üç.”
Ed, Nassar’ın serçe parmağını ikinci eklemden kırdı. Bunu hızlıca, çaba sarf etmeden halletti. Luke çatırtıyı duymuştu, ardından Nassar’ın bağırışları geldi. Serçe parmak dışa doğru bükülmüşü. Görünüşünde tiksindirici bir durum vardı.
Luke, Nassar’ın çenesinin altından tuttu ve kafasını hafifçe kaldırdı. Nassar’ın dişlerini sıkmıştı. Yüzü kıpkırmızı olmuş, güçlükle nefes alıyordu. Ama gözleri sert bakıyordu.
“O sadece serçeydi.” dedi Luke. “Sıradaki baş parmağın. Başparmaklar serçe parmaklardan çok daha fazla acır. Aynı zamanda daha da önemlidirler.”
“Sizler hayvansınız. Size hiçbir şey söylemeyeceğim.”
Luke Ed’e baktı. Ed’in yüzünde değişiklik olmamıştı, hala sert görünüyordu. Omzunu silkti ve başparmağı kırdı. Bu sefer yüksek bir kırılma sesi duyuldu.
Luke ayağa kalktı ve adamın acı feryatlarına izin verdi. Bu ses sanki kulakları yarıyordu. Sanki bir korku filmindeymiş gibi, çığlığın apartman dairesinde yankılandığını duyabiliyordu. Belki de mutfaktan bir el havlusu getirip ağzına tıkmalılardı.
Odada bir aşağı bir yukarı gezindi. Bu işten hoşlanmıyordu. Bu işkenceydi, bunu anlayabiliyordu. Ama adamın parmakları iyileşecekti. Eğer bir metro istasyonunda kirli bir bomba saldırısı gerçekleşirse, bir sürü insan ölecekti. Kimse hiçbir zaman iyileşmeyecekti. Terazinin bir tarafında adamın parmakları, diğer tarafında metroda ölecek insanlar, karar vermek kolaydı.
Nassar artık ağlıyordu. Burnundan renksiz bir akıntı geliyordu. Deli gibi nefes almaya çalışıyordu. hah-hah-hah-hah gibi bir ses çıkıyordu.
“Bana bak” dedi Luke.
Adam dediği gibi yaptı. Gözleri artık sertliğini kaybetmişti.
“Görünüşe göre başparmağınla dikkatini çekebildik. Yani sıradaki sol elindeki. Bundan da sonra dişlerine başlayacağız. Ed?”
Ed adamın soluna geçti.
“Halil Cibran.” diye nefes verdi Nassar.
“Ne dedin? Seni duyamadım.”
“Halil alttan çizgi Cibran. Şifre bu.”
“Yazar olan mı?” dedi Luke.
“Evet.”
“Peki aşk ile çalışmak nedir?” dedi Ed, Cibran’dan alıntı yaparak.
Luke gülümsedi. “Kumaşı yüreğinizden çekilmiş ipliklerle dokumaktır, sevgiliniz giyecekmişçesine. Evdeki, mutfak duvarımızda asılı. Çok seviyorum böyle şeyleri. Sanırım burada üç tane umutsuz romantik var.”
Luke bilgisayarın başına gitti ve dokunmatik bölümde ellerini kaydırdı. Şifre kutusu göründü. Kelimeleri girdi.
Halil_Cibran
Masaüstü göründü ekranda. Arka planda, önünde sarı ve yeşil çimlerin uzandığı karlarla kaplı bir dağ fotoğrafı vardı.
“İşe yaradı. Teşekkürler, Ali.”
Luke kargo pantolonunun yan cebinden, Swann’dan aldığı belleği çıkardı. USB girişlerinden birine taktı. Bu belleğin hafızası devasa boyuttaydı. Bu adamın bilgisayarındaki bilgilerin tamamını kolayca yutabilirdi. Şifrelenmiş bilgiyi kırmakla daha sonra uğraşabilirlerdi.
Dosya transferini başlattı. Ekranda yatay bir yükleme kutucuğunun içinde bir gösterge çubuk belirdi. Gösterge çubuğu, sol taraftan başlayarak yeşil renkte dolmaya başlamıştı. Yüzde üç, yüzde dört, beş. Bu çubuğun altına, dosya isimleri bir fırtına gibi görünüyor ve kayboluyor, ve her biri hedefteki belleğe kopyalanıyordu.
Yüzde sekiz. Yüzde dokuz.
Ana odanın hemen dışında, ani bir bir karmaşa ve gürültü kopmuştu. Ön kapılar patlarcasına açılmıştı. “Polis!” diye bağırdı biri. “At silahını! At yere!”
Dairenin içinde ilerliyor, bir şeyleri deviriyor, kapıları kırıyorlardı. Gelen seslere bakılırsa içeride bir sürü polis vardı. Her an burada olabilirlerdi.
“Polis! Yat! Yat! Yat yere!”
Luke yükleme çubuğuna bir bakış attı. Yüzde on iki de takılmış görünüyordu.
Nassar, Luke’a baktı. Gözlerini yoğun bir şekilde örten göz kapaklarından damlalar akıyordu. Dudakları titriyordu. Yüzü kırmızıydı, neredeyse çırılçıplak vücudu ter içinde kalmıştı. Hiçbir şekilde zafer kazanmış veya hakkı korunmuş görünmüyordu.
13. Bölüm
Saat 07:05
Baltimore, Maryland, Fort McHenry Tüneli’nin Güneyi
Eldrick Thomas bir rüyadan uyandı.
Rüyada; dağlarda, yüksek bir yerde, bir kulübedeydi. Hava soğuk ve temizdi. Rüya gördüğünü biliyordu çünkü daha önce hiç böyle bir kulübede bulunmamıştı. İçeride, ateşi yanan, taştan bir şömine vardı. Ateş ılıktı ve ellerini alevlere doğrultmuştu. Yan odada büyükannesinin sesini duyabiliyordu. Eski bir kilise ilahisi okuyordu. Çok güzel bir sesi vardı.
Gözlerini gün ışığına açmıştı.
Büyük acı içindeydi. Göğsüne dokundu. Kandan yapış yapış olmuştu ama ateş edilmek onu öldürmemişti. Radyoaktiviteden dolayı hastaydı. Bunu hatırladı. Etrafına bakındı. Etrafı çalılarla kaplı bir çamur birikintisinde yatıyordu. Soluna doğru oldukça büyük bir su birikintisi gibi bir şey görüyordu, bir nehir veya bir liman gibi. Yakında bir yerlerde bir otoyol olduğunu duyabiliyordu.
Ezatullah onu oraya kadar kovalamıştı. Ama bu… uzun zaman önceydi. Ezatullah, muhtemelen çok uzaklardaydı şimdi.
“Hadi adamım.” sesi karga gibi çıkıyordu. “Hareketlenmelisin.”
Orada öylece kalmak kolaydı. Ama eğer böyle yaparsa ölecekti. Ölmek istemedi. Artık cihatçı olmak istemiyordu. Sadece yaşamak istedi. Hayatının geri kalanını hapiste geçirse bile problem değildi. Birçok kez hapse girmişti. İnsanların iddia ettiği kadar kötü değildi.
Ayağa kalkmaya çalıştı; ancak, bacaklarını hissedemiyordu. Bacakları gitmişti. Karnının üstüne yuvarlandı. Elektrik çarpmışçasına içi kavruldu sanki. Karanlık bir yere gitmişti. Bir süre sonra geri döndü. Hala oradaydı.
Sürünmeye başladı, elleriyle toprağı ve çamuru kavrıyor ve kendini ileri doğru çekiyordu. Bir tepenin en üstüne sürükledi vücudunu, dün gece üstünden düştüğü tepe, hayatını kurtaran tepeydi bu. Acı yüzünden ağlıyordu, ama devam etti. Acıyı pek önemsemiyordu, sadece bu tepeyi çıkmaya çalışıyordu.
Uzun bir süre geçti. Çamurun içinde yüzüstü yatıyordu. Çalılar burada daha bir yoğundu. Etrafına baktı. Nehrin üstündeydi. Çitteki delik tam karşısında duruyordu. İçinden sürüklenerek geçti.
Tam çitin dibinde, kendini doğrultmaya çalışırken yakalandı. Acı içinde bağırıyordu.
İki yaşlı siyahi adam beyaz kovaların üzerinde oturuyorlardı, pek de uzakta değillerdi. Sürreal bir netlikle görebiliyordu onları. Daha önce kimseyi bu kadar berrak bir şekilde görmemişti. Oltaları, olta takımı kutuları ve büyük beyaz bir kovaları vardı. Tekerlekli, büyük, mavi bir buzlukları vardı. Büyük beyaz torbaları ve köpük McDonald’s kutuları vardı. Arkalarında da eski ve paslı bir Oldsmobile.
Sanki cenneti yaşıyorlardı.
Tanrım, lütfen onlar gibi olayım.
Bağırınca iki adam da ona doğru koştu.
“Dokunmayın bana!” dedi. “Ben zehirliyim.”
14. Bölüm
Saat 07:09
Beyaz Saray – Washington, DC
Amerika Birleşik Devletleri başkanı, Thomas Hayes, kumaş pantolonu ve gömleğiyle, Beyaz Sarayın aile mutfağındaki tezgahın yanında, ayakta duruyordu. Bir muz soydu ve kahvenin olmasını bekledi. Yalnız olduğu zamanlarda, buraya sessizce gelir ve kendine basit bir kahvaltı hazırlamaktan hoşlanırdı. Henüz kravatını bağlamamıştı bile. Ayakları çıplaktı. Ve karanlık düşünceler onu kemiriyordu.
Bu insanlar beni canlı canlı yiyorlar.
Bu düşünce, zihninde davetsiz misafir gibiydi, bugünlerde daha sık yaşanmaya başlamış bir şeydi bu. Bir zamanlar, bildiği en iyimser insandı o. En genç zamanlarından beri, nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın en iyi performans gösteren kişi olmuştu. Sınıfının en iyi derecelere sahip öğrencisi olarak okula veda konuşmasını o yapmıştı, kürek takımının kaptanlığını o yapmıştı, okul öğrenci konseyinin başkanlığını da o yapmıştı. Yale’den en yüksek onur derecesi ile mezun olmuştu, Stanford’dan en yüksek onur derecesiyle mezun olmuştu. Fullbright bursiyeriydi. Pensilvanya Eyalet Senatosu Başkanıydı. Pensilvanya’nın valisiydi.
Her zaman, her probleme, doğru bir çözüm bulabileceğine inanmıştı. Liderliğinin gücüne hep inanmıştı. Dahası, her zaman insanların içten ve kökten iyi olduklarına inanmıştı. Bunların hiçbiri artık doğru değildi. O koltukta beş yıl oturmak, içindeki iyimserliği hırpalamış, mağlup etmişti.
Saatlerce, uzun uzun çalışmaya tahammül edebilirdi. Farklı departmanların yönetimini ve bitmek bilmeyen bürokrasiyi idare edebilirdi. Son zamanlarda Pentagon’la düzeyli ilişkiler içerisindeydi. Gizli Servis’in, hayatının her alanını istila edişini ve onu yedi yirmi dört takip edişini kaldırabilirdi.
Hatta medyaya ve bel altı vuruşlarına bile katlanabilirdi. Onun bir “golf kulübü çocuğu” olduğu, nasıl bir “limuzin liberali” olduğu ve halk ile alakası olmadığı gibi söylemlere ve dalga geçmelere katlanabilirdi. Problem medya değildi.
Problem 2. Meclis olan Milletvekillerinin Meclisiydi. Çocuk gibilerdi. Geri zekalı gibi davranıyorlardı. Sadistlerdi. Bir vandallar çetesi gibi, onu parçalarına ayırıp yok etmek istiyorlardı. Sanki bir ilkokuldaki en zararlı ve suçlu çocukların seçildiği bir öğrenci konseyi gibilerdi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.




