Ateş Ülkesi

- -
- 100%
- +
Thor sarılmak için ona uzanınca, kollarının havadan başka hiç bir şeye dokunmayacağından, tüm bunların bir yanılsamadan başka bir şey olmamasından korktu, fakat uzanınca ve kollarını etrafına dolayınca, gerçek bir insanı kucakladığını hissetti. Annesi de ona sarıldı. Bu dünyadaki en harika duyguydu.
Annesi Thor’u sıkıca sararken Thor tüm bunların gerçek olduğunu bildiğinden dolayı havalara uçuyordu. Hepsi gerçekti, bir annesi vardı, gerçekten vardı, ete kemiğe bürünmüş halde bu yanılsama ve fantezi dünyasında duruyordu ve onu gerçekten önemsiyordu.
Uzun bir süreden sonra çekildiklerinde Thor ona baktı, gözlerinde yaşlar vardı annesinde de gözyaşlarını gördü.
“Seninle gurur duyuyorum, oğlum,” dedi.
Annesine baktı, ne diyeceğini bilemiyordu.
“Yolculuğunu tamamladın,” diye ekledi. “Burada olmayı hak ettin. Her zaman olacağını bildiğim adama dönüştün.”
Thor ona baktı, tüm hatlarını inceledi, onun var olmasına hala hayret ederken ne diyeceğini bilemiyordu. Tüm hayatı boyunca ona sormak istediği çok soru olmuştu fakat şimdi onu karşısında görünce kafası bomboş olmuştu. Nereden başlayacağından emin değildi.
“Benimle gel,” dedi dönerek, “sana burayı, doğduğun yeri göstereceğim.”
Gülümsedi ve elini Thor’a uzatınca Thor tuttu.
Yan yana kalenin içine girdiler, annesi önden giderken, ışığını yayıyor ve duvardan geri sekiyordu. Thor tüm bunlara hayretle bakıyordu: burası gördüğü en muhteşem yerdi, duvarlar parlak altından yapılmıştı, gördüğü her şey parıldarken mükemmel ve gerçek üstü görünüyordu. Sanki cennetin içinde sihirli bir kaleye adımını atmıştı.
Kemerli tavanlara sahip uzun bir koridordan geçtiler, her şeyin üstünden ışık sekiyordu. Thor yere baktı ve zeminin mücevherlerle kaplı olduğunu gördü. Pürüzsüzdü ve ışık bin bir noktada parlıyordu.
“Neden beni terk ettin?” diye sordu Thor aniden.
Bunlar Thor’un ağzından çıkan ilk kelimelerdi ve kendisini bile şaşırttı. Ona sormak istediği onca şeyin arasından bir nedenle ilk olarak bunlar çıkmıştı ve daha nazik bir şey söylemediği için utanmış kızarmıştı. Bu kadar bodoslama olmak değildi niyeti.
Fakat annesinin şefkatli gülümsemesi hiç silinmedi. Yanında yürürken ona saf bir aşkla bakıyordu, ondan salt sevgi ve kabulleniş gördüğünü hissediyordu, onu her ne derse desin yargılamıyordu.
“Bana kızgın olmakta haklısın,” dedi. “Beni bağışlamanı istemeliyim senden . Sen ve kardeşin bu dünyada her şeyden daha fazla önemlisiniz. Sizi burada yetiştirmek istedim ama yapamadım. Şüpheciydiniz. Her ikiniz de.
Bir başka koridora daha girdiklerinde annesi durdu ve Thor’a döndü.
“Sen sadece bir Ruhban değilsin, Thorgin, sadece bir savaşçı da değilsin. Sen ezeli ve ebedi zamanların en iyi savaşçısısın – ve en iyi Ruhbansın da. Özel bir kaderin var, hayatın bu yerden çok daha büyük olması için tasarlanmış. Bu hayatın ve kaderin tüm dünyayla paylaşılması gerekli. O nedenle seni serbest bıraktım. Şu an olduğun adam olabilmen, edindiğin tecrübeleri edinebilmen ve kaderinde yazılı olan savaşçı olabilmen için dünyaya açılmana izin vermeliydim.
Derin bir nefes aldı.
“Anlıyorsun ya Thorgrin, bir savaşçıyı savaşçı yapan herkesten ayrılması ve ayrıcalıkları değildir, zahmet ve çok çalışma, acı çekme ve ıstıraplarıdır. Acı çekerken seni izlemek beni öldürüyordu ancak çelişkili bir biçimde dönüştüğün bu adam olabilmek için bunlara ihtiyacın vardı. Anlıyor musun, Thorgrin?”
Thor gerçekten, hayatında ilk kez anlıyordu. İlk defa tüm bunlar mantıklı geliyordu. Hayatı boyunca karşılaştığı zorlukları düşündü, annesiz büyütülmesini, kardeşlerine hizmet ederken arka plana itilmesini, ondan nefret eden babasını, küçük ve boğucu bir köyde herkes tarafından hiç kimse olarak görülmesini düşündü. Çocukluğu hayatı boyunca başına gelen meşakkat silsilesinin başlangıcı olmuştu.
Fakat şimdi buna ihtiyacı olduğunu, tüm bu zorlukların ve karmaşanın olması gerektiği için olduğunu anlıyordu.
“Karşılaştığın tüm güçlükler, ayakta durabilmen, kendi yolunu bulmak için verdiğin mücadele,” diye ekledi annesi, “sana verdiğim bir hediyeydi. Seni daha güçlü yapmak için verdiğim armağandı.”
Bir hediye, diye düşündü Thorgrin kendi kendine. Daha önce bu şekilde düşünmemişti. Yaşadığı o anları hediye olarak asla düşünemezdi fakat şimdi geriye dönüp bakınca o anların tam olarak birer hediye olduğunu biliyordu. Bu sözlerden sonra annesinin haklı olduğunu fark etti. Hayatında karşılaştığı zorlukların hepsi dönüşeceği kişi olması için onu yoğuran bir hediyeydi.
Annesi döndü ve ikisi kalenin içinde yan yana yürümeye devam ettiler. Thor’un zihni ona sormak istediği milyonlarca soruyla doluydu.
“Gerçek misin?” diye sordu Thor.
Bir kez daha patavatsızlığından dolayı utandı, bir kez daha kendinden bile beklemediği bir soruyu sorarken buldu kendini. Fakat bunu bilmek için dayanılmaz bir arzu duyuyordu.
“Burası gerçek mi?” diye ekledi Thor. “Yoksa hepsi bir yanılsama, bu ülkenin geri kalanı gibi kendi hayal gücümün bir ürünü mü?”
Annesi ona gülümsedi.
“Senin kadar gerçeğim,” diye cevap verdi.
Thor kafasını salladı, cevabına güven duymuştu.
“Ruhbanlar Diyarının bir yanılsama yeri, senin içindeki bir sihir ülkesi olduğu konusunda haklısın,” diye ekledi. “Cidden gerçeğim ama aynı zamanda tıpkı senin gibi ben bir Ruhbanım. Ruhbanlar fiziksel mekanlara insanlar kadar bağlı değillerdir. Yani bir yanım burada yaşarken, diğer yanım bir başka yerdedir. Bu nedenle beni göremesen bile hep seninleyim. Ruhbanlar her yerde aynı anda olabilirler. Diğerlerinin bağdaştıramadığı iki dünyayı birbirine bağlarız biz.”
“Argon gibi,” diye cevap verdi Thor, Argon’un uzaktan görünmelerini, bir görünüp bir kaybolmasını, aynı anda her yerde olmasını hatırladı.
Kafasını salladı annesi.
“Evet,” diye cevap verdi. “Kardeşim gibi.”
Thor hayretler içinde nefessiz kalmıştı.
“Kardeşin mi?” diye tekrarladı.
Kafasını salladı.
“Argon senin dayın,” dedi. “Seni çok seviyor. Hep sevdi. Alistair de.”
Thor bunlara kafa yorarken düşüncelerin altında eziliyordu.
Bunları düşünürken kaşları çatıldı.
“Fakat benim için farklı, “dedi Thor. “Ben senin gibi hissetmiyorum. Ben bir yere sana kıyasla daha fazla bağlı hissediyorum. Argon gibi diğer yerlere istediğim gibi gidemiyorum.”
“Bunun sebebi yarı insan olman,” diye cevapladı.
Thor bunu düşündü.
“Şimdi burada, kalemde, evimdeyim,” dedi. “Burası benim evim, değil mi?”
“Evet,” diye cevapladı. “Öyle. Gerçek evin. Dünyadaki diğer evlerin gibi. Fakat Ruhbanlar ev kavramına o kadar bağlı değillerdir.”
“Eğer burada yaşamak istersem yaşabilir miyim?” diye sordu Thor.
Annesi kafasını salladı.
“Hayır,” dedi. “Çünkü burada, Ruhbanlar Diyarı’ndaki zamanın kısıtlı. Buraya gelişin kaderinde vardı ve fakat Ruhbanlar Diyarı’nı sadece bir kez ziyaret edebilirsin. Buradan gidersen asla geri dönemezsin. Bu yer, bu kale, burada gördüğün ve bildiğin her şey, yıllardır rüyalarına giren bu yerle ilgili her şey son bulacak. Aynı nehre iki kere girilemeyeceği gibi.”
“Ya sen?” diye sordu Thor korkarak.
Annesi tatlı tatlı kafasını salladı.
“Beni de bir daha göremeyeceksin. Bu şekilde değil. Ancak hep seninle olacağım.”
Thor’un kalbi bu düşünceyle sıkıştı.
“ “Fakat anlayamıyorum,” dedi Thor. “Nihayet seni ve bu yeri, evimi buldum. Sadece bir defalığına olduğunu söylüyorsun şimdi de bana.”
Annesi içini çekti.
“Bir savaşçının evi dışarıdadır,” dedi. “Dışarıya çıkmak, diğerlerine yardım etmek ve onları korumak ve her zaman daha iyi bir savaşçı olmak senin görevin. Her zaman daha iyisi olabilirsin. Savaşçılar tek bir yerde durmazlar—özellikle de senin gibi büyük bir kadere sahip olanlar. Hayatında çok daha büyük şeylerle, büyük kaleler, büyük şehirler ve büyük insanlarla karşılaşacaksın. Fakat hiç bir şeye tutunmamalısın. Hayatta büyük dalgalar vardır, seni nereye götürmesi gerekiyorsa ona izin vermelisin.
Thor kaşlarını kaldırdı, anlamaya çalışıyordu. Bir anda hepsini hazmetmek zordu.
“Her zaman seni bir kere bulunca yolculuğumun biteceğini düşünürdüm.”
Annesi ona gülümsedi.
“Hayatın doğası,” diye cevap verdi. “Zorlu yolculuklar verildi bize ya da onları kendimiz seçebilir ve başarmak için yola çıkabiliriz. Onları başarabileceğimizi hiç düşünemesek de bir şekilde bir yolunu buluruz. Başarınca, bir görevimiz bitince bir şekilde hayatımızın sona ereceğini düşünürüz. Fakat hayatımız daha yeni başlıyor. Bir zirveye tırmanmak başlı başına bir başarıdır ancak bir diğerine, daha yüksek bir zirveye yol açar. Bir görevi başarmak bir diğerine, daha büyüğüne yol almana izin verir.
Thor hayretler içinde ona baktı.
“Doğru,” dedi zihnini okuyarak. “Beni bulman bir başka- daha büyük- bir yolculuğa çıkaracak seni.”
“Başka ne yolculuğu olabilir ki?” diye sordu Thor. “Seni bulmaktan daha büyük ne olabilir?”
Annesi ona gözlerinde bilgelikle baktı.
“Önünde seni bekleyen görevleri hayal etmeye başlayamazsın bile,” dedi. “Bazı insanlar sadece bir yolculuğa çıkar. Bazıları hiç çıkmaz. Ama sen – Thorgrin—on iki göreve sahip bir kaderle doğdun.
“On iki mi?” diye tekrar etti Thor, şaşkınlıkla.
Kafasını salladı.
“Kader Kılıcı bir tanesiydi. Müthiş bir ustalıkla üstesinden geldin. Bir diğeri beni bulmandı. İkisini başardın, geriye kaldı on. Bu ikisinden bile çok daha büyük on yolculuğun var.”
“On daha mı?” diye sordu. “Daha mı büyük? Bu nasıl olabilir?”
“Sana göstermeme izin ver,” dedi, yanına gelip bir kolunu beline koyup nazikçe koridora doğru yönlendirirken. Onu parlak safir kaplı bir kapıya ve tamamen parlak yeşil renge sahip safirden yapılma bir odaya geçirdi.
Odadan geçerek kocaman, kristalden yapılma kemerli bir pencereye yöneldiler. Thor annesinin yanında durup uzandı ve avucunu kristalin üstüne koydu, bunu yapması gerektiğini hissettiği için. Ve bunu yapar yapmaz pencerenin iki kanadı nazikçe açıldı.
Buradan nefes kesici bir manzaraya sahip okyanusa baktı Thor; kör edici bir sis ve bulutla kaplanmıştı, her şeyin üstünden beyaz bir ışık yansıyordu ve sanki cennetin ta içindelermiş hissi veriyordu.
“Bak,” dedi. “Ne gördüğünü söyle.”
Thor önüne baktı, başlangıçta okyanus ve sisten başka bir şey göremedi. Kısa süre sonra ise sis daha parlak olmaya, okyanus da görüntüden kaybolmaya başlarken, gözlerinin önünde imgeler belirdi.
Thor’un gördüğü ilk görüntü oğlu Guwayne’e aitti, küçük bir kayıkla denizde süzülüyordu.
Thor’un kalbi panik içinde attı.
“Guwayne,” dedi. “Bu doğru mu?”
“Şu anda denizde kayıp,” dedi. “Sana ihtiyacı var. Onu bulmak hayatının en büyük görevlerinden biri olacak.”
Thor, Guwayne’in sularda ilerlemesini izlerken bu yeri hemen terk edip okyanusa koşuşturma hissiyle doldu.
“Ona gitmeliyim—hemen!”
Annesi bileğine sakince elini koydu.
“Başka ne görmen gerekliyse onlara bak,” dedi.
Thor bakınca Gwendolyn ve halkını gördü, kayalıklı adada oturmuş ve gökten inerek onları örten bir ejderha duvarına karşı kendilerini hazırlamaya çalışıyorlardı. Bir ateş duvarı gördü, bedenlerin alev aldığını ve insanların acıyla haykırdıklarını gördü.
Durumun aciliyetiyle kalbi hızla atmaya başladı.
“Gwendolyn,” diye bağırdı Thor. “Ona gitmeliyim.”
Annesi kafasını salladı.
“Sana ihtiyacı var Thorgrin. Hepsinin sana ihtiyacı var – ayrıca yeni bir eve de ihtiyaçları var.”
Thor izlemeye devam ederken, yeryüzünün değiştiğini, tüm Halka’nın yıkıma uğradığını ve küle dönerek karardığını gördü, Romulus’un milyonlarca adamı her bir santimini işgal ediyordu.
“Halka,” dedi dehşetle. “Yok olmuş.”
Thor acilen buradan çıkıp hepsini hemen şimdi kurtarma hissiyle doldu.
Annesi uzandı ve pencerenin kanatlarını kapayarak dönüp ona baktı.
“Bu önünde yatan görevlerden sadece bir kaçı,” dedi. “Çocuğunu sana ihtiyacı var, Gwendolyn’in sana ihtiyacı var, halkının sana ihtiyacı var ve bunların hepsinin ötesinde Kral olacağın gün için kendini hazırlaman gerekli.”
Thor’un gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Ben mi? Kral olmak mı?”
Annesi kafasını salladı.
“Bu senin kaderin, Thorgrin. Son çare sensin. Ruhbanların Kralı olması gereken kişi sensin.”
“Ruhbanların Kralı mı?” diye sordu anlamaya çalışarak. “Ama anlayamıyorum. Ruhbanların Diyarı’nda olduğumu sanıyordum.”
“Ruhbanlar artık burada yaşamıyor,” diye açıkladı annesi. “Bizler sürgün edilmiş bir ulusuz. Artık uzak bir krallıkta yaşamlarını sürdürüyorlar, İmparatorluk’un erişemeyeceği kadar uzakta ve çok büyük tehlike altındalar. Onların Kralı olmak alnında yazılı. Sana ihtiyaçları var, senin de onlara ihtiyacın var. Birlik olarak, bugüne kadar bildiğimiz en büyük güçle savaşmak için gücüne ihtiyaç duyulacak. Ejderhalardan çok daha büyük bir tehdit.
Thor hayretle annesine baktı.
“Aklım öyle karıştı ki anne,” diye kabul etti.
“Bunun sebebi eğitimini henüz tamamlamamış olman. Çok büyük bir ilerleme kaydettin fakat büyük bir savaşçı olmak için ihtiyaç duyacağın seviyelere yaklaşmaya başlamadın bile. Sana rehberlik edecek, hayalinin ötesinden bile büyük seviyelere seni taşıyacak olan yeni öğretmenlerle tanışacaksın. Henüz dönüşeceğin savaşçıyı görmeye başlamadın bile.”
“Buna, eğitimlerinin hepsine ihtiyacın olacak,” diye devam etti. “Korkunç imparatorluklara, şimdiye dek gördüklerinden çok daha büyük krallıklarla karşılaşacaksın. Yanlarında Andronicus’un devede kulak kalacağı zalim hükümdarlar göreceksin.
Annesi onu incelerken gözleri bilgelik ve şefkat doluydu.
“Hayat hayalinden daha büyük Thorgrin,” diye devam etti. “Her zaman daha büyüktür. Halka senin gözlerinde, büyük bir krallık ve dünyanın merkeziydi. Fakat orası dünyanın diğer yerlerine kıyasla küçük bir krallık, İmparatorluk’un içinde bir zerre. Dünyalar var Thorgrin, hayalinin ötesinde, gördüklerinin hepsinden daha büyük. Henüz yaşamaya başlamadın bile.” Duraksadı. “Buna ihtiyacın olacak.”
Thor bileğinde bir şey hissedince kafasını eğdi ve annesinin bir bileklik taktığını gördü. Bu kolunu yarısına kadar kaplayan kalın bir bileklikti, parlak altından yapılmaydı ve ortasında tek bir tane siyah elmas duruyordu. Gördüğü en güzel ve en güçlü bu şey tam bileğinde dururken, yayılan gücün nabız gibi atarak ona nüfuz ettiğini hissediyordu.
“Bunu taktığın sürece,” dedi “bir kadından doğma hiç bir adam sana zarar veremez.”
Thor ona baktı ve zihninde, Kristal pencereler ardında gördüğü imgeler belirdi, Guwayne, Gwendolyn ve halkına acele olarak ulaşması gerektiği hissi yenilendi.
Fakat bir yanı burayı, bir daha asla dönemeyeceği rüyalarına giren bu yeri ve annesini bırakmak istemiyordu.
Bilekliğe bakarken gücünü hissediyor ve altında eziliyordu. Annesinden bir parça taşıyor gibi hissediyordu.
“Buluşmamızın amacı bu muydu?” diye sordu Thor. “Bunu alabileyim diye mi?”
Kafasını salladı.
“Daha da önemlisi,” dedi, “sevgimi alman. Bir savaşçı olarak nefret etmeyi öğrenmelisin. Fakat eş değerde olan bir başka şey ise sevmeyi öğrenmektir. Aşk bu ikisi arasında daha güçlü olandır. Nefret bir adamı öldürebilir ama aşk onu diriltir ve öldürmekten çok daha fazla irade gerektirir. Nefreti bilmelisin ama sevmeyi de bilmelisin ve her birini seçeceğin yerin farkında olmalısın. Sadece sevmeyi değil hatta daha önemlisi bu duyguyu almaya izin vermeyi öğrenmelisin. Yemek yemeye ihtiyacımız olduğu gibi sevmeye de ihtiyacımız var. Seni ne kadar çok sevdiğimi, ne denli kabul ettiğimi ve senle ne kadar gurur duyduğumu bilmelisin. Her zaman seninleyim bunu böylece bil. Tekrar buluşacağımızdan şüphen olmasın. O zaman gelene kadar sevgimin seni taşımasına izin ver. Daha da önemlisi sevmeye ve kendini kabul etmeye izin ver.”
Thor’un annesi öne gelip onu kucakladı, Thor da ona sarıldı. Onu tutmak, bir annesinin gerçek bir annesinin bu dünyada var olduğunu bilmek çok iyi geliyordu. Onu tutarken, kendini sevgiyle dolmuş hissetti, bu hisle birlikte yenilemiş ve yeniden doğmuş hissetti, her türlüsüyle yüzleşmeye hazırdı.
Thor öne eğilip gözlerine baktı. Kendi gözleriydi, parlayan gri gözlerdi bunlar.
Kafasına avucunu koydu, öne eğildi ve Thor’u alnından öptü. Thor gözlerini kaparken bu anın hiç bitmemesini diledi.
Thor birden kollarında serin bir esinti duyumsadı ve çarpan dalgaların sesini duydu, nemli okyanus havasını hissetti. Gözlerini açtı ve hayretle baktı.
Şaşırmıştı çünkü annesi gitmişti. Kalesi yoktu. Uçurum yoktu. Etrafına baktı, bir sahilde, Ruhbanlar Diyarı’na girişi sağlayan kırmızı bir sahilde durduğunu gördü. Bir şekilde Ruhbanlar Diyarı’ndan çıkmıştı ve şu an yapayalnızdı.
Annesi ortadan kaybolmuştu.
Thor bileğine, ortasında bir elmasın durduğu yeni altın bilekliğine baktı ve dönüşmüş hissetti. Annesini içinde hissetti, ona olan sevgisini hissederken tüm dünyayı fethedebilir olduğunu duyumsadı. Hiç olmadığı kadar güçlüydü. Her hangi bir düşmana karşı savaş vermeye, karısını ve çocuğunu kurtarmaya hazırdı.
Bir mırıltı duydu, dönüp bakınca Mycoples’in biraz ötede oturup yavaşça kanatlarını kaldırdığını görünce sevinçten uçtu. Mırıldayarak ona doğru geldi ve Thor onun da hazır olduğunu hissetti.
Ona yaklaşırken Thor önüne baktı sahilde duran ve Mycoples’in altından çıkan bir şey olduğunu görünce şaşırdı. Bu büyük, yuvarlak ve beyaz bir şekle sahipti. Daha yakından bakınca bunun bir yumurta olduğunu gördü.
Bir ejderha yumurtasıydı.
Mycoples Thor’a baktı, Thor da gözlerini hayretle ona dikti. Mycoples üzgün bir ifadeyle yumurtaya çevirdi bakışlarını sanki onu bırakmak istemese de bırakmak zorunda olduğunu biliyor gibiydi. Thor hayretle yumurtaya bakarken Ralibar ve Mycoples’ten çıkacak ejderhanın nasıl olacağını merak etti. Bugüne kadar insanlığın karşılaştığı en büyük ejderha olacağını hissetti.
Thor Mycoples’e tırmandı ve ikisi dönüp Ruhbanlar Diyarı’na, Thor’u buyur edip de onu içinden atan bu gizemli yere son kez ve uzun bir bakış attılar. Thor bu yere hayran kalmıştı, hiç bir şekilde anlamayacağı bir yer olmuştu burası.
Thor dönüp önlerinde uzanan devasa okyanusa baktı.
“Savaşma vakti, dostum,” diye emretti Thor, sesi kendine güvenle kükrer gibi çıkmıştı, bir adamın, bir savaşçının, müstakbel bir Kralın sesiydi.
Mycoples tiz bir çığlık atıp koca kanatlarını kaldırdı ve ikisini de okyanusun üstünden göğe taşıyarak bu dünyadan uzaklaşıp Guwayne’e, Gwendolyn’e, Romulus’a, ejderhalarına ve Thor’un hayatının savaşına doğru yola çıktı.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Romulus donanmanın öncü gemisindeki pruvada, arkasında binlerce İmparatorluk gemisiyle duruyor ve ufka büyük bir tatmin duygusuyla bakıyordu. Tepesinde, ejderha grubu uçuyordu, tiz çığlıkları havayı dolduruyor Ralibar’la savaşıyorlardı. Romulus bu sahneyi izlerken tırabzanı sıkı sıkı kavrıyor, hayvanları Ralibar’a saldırıp onu okyanusa doğru çekip yeniden ve tekrar suyun altında tutarken uzun tırnaklarını tahtaya geçiriyordu.
Romulus keyiften çığlık attı ve ejderhalar okyanustan zaferle Ralibar’dan hiç bir iz olmadan çıkınca tırabzanı öyle sıktı ki tahtalar parçalandı. Romulus ellerini kafasının üstüne kaldırıp öne eğildi avucunda gücün yandığını hissediyordu.
“Gidin ejderhalarım,” diye fısıldadı gözleri parlayarak. “Gidin.”
Kelimeler ağzından dökülür dökülmez ejderhalar döndü ve gözlerini Yukarı Adalar’a diktiler; öne tiz çığlıklar atıp atıldılar, kanatlarını yükseğe kaldırdılar. Romulus onları kontrol ettiğini, yenilmez olduğunu ve evrendeki her şeyi yönetebileceğini hissediyordu. Ne de olsa hala onun ay vaktiydi. Gücü yakında son bulacaktı ama şimdilik dünyada hiç bir şey onu durduramazdı.
Ejderhalar Yukarı Adalar’ı hedef alırken Romulus’un gözleri parıldıyordu, uzakta çığlık çığlığa yollarından kaçışan adamları, erkekleri ve çocukları görüyordu. Alevler aşağı yuvarlanarak inerken, insanlar canlı canlı yakılıyor, tüm ada tek bir alev ve yıkım topu tarafından yutuluyordu; Romulus tüm bunları zevkle izliyordu. Aynı Halka’nın yıkımını izlerken hissettiği gibi bunun da tadını çıkarıyordu.
Gwendolyn ondan kaçmayı başarmıştı—fakat bu sefer kaçacak bir yer yoktu. Nihayet son MacGil de yumruğunun altında sonsuza kadar ezilecekti. Nihayet evrenin en ücra köşelerinde bile zapt altına almadığı bir yer kalmamış olacaktı.
Romulus dönüp omzunun üstünden ufku dolduran devasa donanmasına, binlerce gemisine baktı ve derin bir nefes alıp geriye yaslanırken yüzünü göğe çevirdi, avuçlarını yana doğru havaya kaldırıp zafer çığlığı attı.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Gwendolyn koca taştan hapishanenin içinde, halkından onlarca kişiyle beraber duruyor, üstündeki sarsıntıyı ve yangını dinliyordu. Gelen her sesle irkiliyordu. Yer bazen düşmelerine sebep olacak kadar çok sarsılıyordu ve dışarıda koca enkaz parçaları ejderhaların oyuncakları gibi yere fırlatılıyordu. Gümbürtü sesleri ve yansımaları Gwen’in kulaklarında hiç bitmeyecekmiş gibi çınlıyor, sanki tüm dünya yok oluyor hissi veriyordu.
Yer altında hissettikleri ısı ejderhalar sanki nerede saklandıklarını biliyormuş gibi hiç durmadan çelik kapılara ateş püskürürken gittikçe artıyordu. Neyse ki ateşler çelikten geri dönüyordu fakat odaya kara duman yayılıyor nefes almayı daha zor hale getirirken hepsini öksürüğe boğuyordu.
Birden taşın çeliğe çarpmasıyla ortaya çıkan korkunç bir ses duyuldu, Gwen üstteki çelik kapıların bükülüp sallandığını ve neredeyse içeriye kıvrıldığını gördü. Ejderhalar burada olduklarını biliyorlar ve içeri girmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
“Kapılar ne kadar dayanır?” diye sordu Gwen yanında duran Matus’a.
“Bilmiyorum,” diye cevap verdi Matus. “Babam bu yer altı sığınağını düşmanlara karşı koymak için yapmıştı- ejderhalara değil. Çok uzun süre dayanacağını sanmam.”
Gwendolyn odanın ısısı gittikçe artarken ölümün yaklaştığını hissetti sanki yanıp kavrulan bir dünyanın üstünde duruyordu. Dumandan dolayı görmek de zorlaşıyordu ve gümbürtüler tekrar tekrar tepelerinde koparken yer sarsılıyordu, küçük kaya ve toz parçaları kafasından aşağı ufalanıyordu.
Gwen, odayı dolduran insanların korkmuş yüzlerine baktı ve buraya çekilerek kendilerine yavaş bir ölümün kapılarını açmış olup olmadıklarını merak etti. Belki de yukarıda kalıp hemen can veren insanlar daha mı şanslılardı diye düşündü.
Birden bir duraksama oldu, ejderhalar başka yere uçtular. Gwen şaşırdı ve nereye gittiklerini merak etti. Dakikalar sonra, muazzam bir gümbürtü duyuldu ve yer o denli sarsıldı ki herkes yere düştü. Gümbürtü uzaktan gelmişti ve sarsıntıları devam ediyordu sanki kayalar yerlerinden fırlatılıyordu.
“Tirus’un kalesi,” dedi Kendrick yanına gelerek. “Onu yok etmiş olmalılar.”
Gwen tavana baktı ve muhtemelen haklı olduğunu anladı. Başka ne kayaların kayarak bir çığ gibi ilerlemesine sebep olabilirdi ki? Ejderhalar belli ki öfkelenmişlerdi ve adadaki her şeyi yok etmeye kararlılardı. Gwen, sıranın bu odaya gelmesinin an meselesi olduğunu da biliyordu.
Birden gelen sessizliğin ortasında havayı kesen bir bebek ağlaması duyduğunda Gwen şok oldu. Ses sanki göğsüne bıçak saplanmış gibi içini yardı. Elinde olmadan hemen Guwayne aklına geldi, ağlama yukarıda bir yerlerde giderek artarken aklını kaçırmış olan bir yanı Guwayne’in yukarıda onun için ağladığına ikna oldu. Bunun imkansız olduğunu mantığıyla kavrıyordu, oğlu buradan uzakta okyanustaydı. Fakat kalbi yukarıda olmasını diledi.
“Bebeğim!” diye çığlık attı. “Yukarıda. Onu kurtarmalıyım!”
Gwen basamaklara koşarken elinde güçlü bir el hissetti.
Dönüp baktığında kardeşi Reece’in onu tuttuğunu gördü.
“Leydim,” dedi. “Guwayne buradan çok uzakta. Bu başka bir bebeğin ağlaması.”
Gwen bunun doğru olmamasını istiyordu.
“Yine de bir bebek,” dedi. “Orada yalnız başına. Ölmesine izin veremem.”
“Eğer yukarı çıkarsan,” dedi Kendrick öne gelerek duman arasında öksürüp, “arkandan kapıyı kapatmamız gerekir ve orada yalnız başına olursun. Tek başına orada ölürsün.”
Gwen düzgün düşünemiyordu. Zihninde orada hala hayatta olan bir bebek vardı, yalnız başınaydı ve tek bildiği her şeyden öte onu kurtarmak zorunda olduğuydu – bedeli her ne olursa olsun.
Gwen, elini Reece’ten kurtardı ve basamaklara doğru atıldı. Üçer üçer çıkarken kimse ona yetişemeden kapıları kilitleyen metal sopaları geri çekti ve omuz verip avuçlarını kullanarak tüm gücüyle yukarı itti.
Gwen acıyla bağırdı, metal o kadar sıcaktı ki avuçları yanmıştı hemen ellerini çekti, kararlı bir biçimde yenleriyle avuçlarını kapattı ve kapıları ardına kadar itti.
Gwendolyn gün ışığına doğru çıkarken deliler gibi öksürdü, onunla birlikte yer altından kara bir duman çıktı. Yeryüzüne tökezleyerek vardığında, ışığa karşı atıldı ve ellerini gözüne götürüp etrafına baktı. Gördüğü yıkım manzarası karşısında şoka girdi. Sadece bir kaç dakika önce sapasağlam ayakta duran ne varsa tarumar edilmiş, dumanı tüten harap edilmiş bir yığıntıya dönmüştü.





