- -
- 100%
- +
Godfrey ve Merek aynı anda bildik bir bakış attılar. Harika akıllar, ya da en azından aynı zindanları ve arka sokakları birlikte yaşayan harika zihinler, diye düşündü Godfrey, benzer şekilde düşünür.
Merek öne gelip hançerini çıkardı ve kalın ipi kesti. Sırayla küçük altından kayığa doluştuklarında kayık şiddetle sallandı. Godfrey, botları güverteden sarkar halde durarak arkasına yaslandı.
Su yollarında salınıp, sallanarak ilerlediler, Merek uzun küreği alıp çekmeye başladı.
"Bu delilik," dedi Ario, subaylara doğru bakarak. "Geri gelebilirler."
Godfrey doğruca ileriye bakıp kafasını salladı.
"O zaman daha hızlı kürek çekmeliyiz," dedi.
DOKUZUNCU BÖLÜM
Volusia, bitmek tükenmek bilmeyen çölün kırılmış ve yarılmış yeşil zemininin ortasında durdu. Ayağının altındaki taş kadar sertti içi. Doğruca önüne bakıyor Dansk'ın maiyetiyle yüzleşiyordu. Orada gururla dururken arkasında en iyi danışmanlarından bir düzinesiyle beraber uzun, geniş omuzlu, parlak sarı tenli, parıldayan kırmızı gözleri ve iki küçük boynuzla tipik İmparatorluk askerlerinden iki düzine kadarıyla karşı karşıya duruyorlardı. Dansk'ın bu insanlarının tek fark edilebilir yanı, zamanla boynuzlarının doğruca yukarı değil yanlara doğru uzamış olmasıydı.
Volusia omuzlarının üstünden bakınca, ufukta uzun, oldukça heybetli, göğe kadar neredeyse yüz metre uzanan, çölün duvarlarıyla aynı yeşile sahip neden yapıldığını tam kestiremese de taştan veya kiremitten olduğunu düşündüğü duvarın arkasındaki çöl şehri Dansk'ı gördü.
Dansk, Maltolis'in hemen güneyinde, deli Prens'in şehri ve güney başkenti arasında yer alıyordu ve önemli geçiş yolları üzerinde bulunan bir kale konumundaydı. Volusia, burayı annesinden defalarca duymuş ama hiç bizzat ziyaret etmemişti. Annesi hep, Dansk'ı almadan İmparatorluk'un alınamayacağını söylerdi.
Volusia elçisiyle beraber, önlerindeki kendini beğenmiş haliyle ona tepeden bakan liderlerine kilitledi bakışlarını. Diğerlerinden daha farklı görünüyordu, kendine güvenen havası, yüzünde bulunan daha fazla sayıda yara ve beline kadar uzanan iki örgüyle liderleri olduğunu belli ediyordu.
Bu şekilde sessizce ve biri diğerinin konuşmasını beklerken duruyorlardı, çıkan tek ses çölde duyulan rüzgara aitti.
Sonunda beklemekten sıkılmış olacak ki konuştu:
"Demek şehrimize girmek istiyorsunuz?" diye sordu ona. "Siz ve adamlarınız mı?"
Volusia gururla, kendine güvenle ve ifadesiz bir biçimde ona bakıyordu.
"Girmek istemiyorum," dedi. "Almak istiyorum. Teslim olmanız için gerekli şartları size sunmaya geldim."
Volusia'ya bir kaç saniye boyunca sanki söylediklerini anlamaya çalışır gibi baktı sonra nihayet gözleri şaşkınlıkla açıldı. Kendini geri atıp korkunç bir sesle kahkaha atınca Volusia kıpkırmızı kesildi.
"Biz mi?!" dedi. "Teslim olmak mı!?"
Kahkahasını çığlık çığlığa atıyordu, sanki dünyanın en komik şakasını duymuştu. Volusia sakince ona bakarken, ona katılan askerlerin gülmediğini fark etti hatta gülümsemiyorlardı bile. Ona son derece ciddi bir ifadeyle bakıyorlardı.
"Sen daha bir kızsın," dedi nihayet durumundan memnun. "Dansk tarihi, çölümüz ve insanlarımız hakkında hiç bir şey bilmiyorsun. Bilseydin asla teslim olmadığımızı bilirdin. Bir kez bile. On bin yıldır asla. Hiç kimseye. Yüce Atlow'un ordularına bile. Dansk bir kez bile fethedilmemiştir."
Gülümsemesini silip kaşlarını çattı.
"Şimdiyse kalkmış," dedi, "aptal, genç bir kız olarak bir anda onlarca askerinle ortaya çıkıp bize teslim olmamız gerektiğini mi söylüyorsun? Neden sizi hemen öldürmeyelim? Ya da zindanlara götürebiliriz. Bence teslim olma şartları üzerinde uzlaşacak biri varsa o da sizsiniz. Eğer sizi içeri almazsam çöl sizi öldürür. Fakat alırsam ben öldürebilirim."
Volusia bir kez bile irkilmeden, sakince ona baktı.
"Şartlarımı iki kez teklif etmeyeceğim," dedi yavaşça. "Şimdi teslim olursanız hepinizin hayatını bağışlarım."
Şaşkın şaşkın Volusia'ya baktı, sanki nihayet ciddiyetini anlamıştı.
"Sen aklını kaçırmışsın, genç kız. Çöl güneşi altında çok zaman geçirmişsin."
Ona bakarken Voluisa'nın gözleri kapkara oluyordu.
"Genç bir kız değilim," diye cevap verdi. "Ben büyük şehir Volusia'nın yüce Volusia'sıyım. Tanrıça Volusia'yım. Sen ve dünya üzerindeki tüm varlıklar bana hizmet edeceksiniz."
Ona baktı, ifadesi değişiyordu, delirdiğini düşünen gözlerle bakıyordu ona.
"Sen Volusia değilsin," dedi. "Volusia daha yaşlıydı. Bizzat tanıştım. Çok sevimsiz bir deneyimdi. Fakat yine de benzerliği fark ediyorum. Sen onun kızısın. Evet şimdi anlıyorum. Neden annen bizimle konuşmaya gelmedi? Neden kızını gönderiyor?"
"Volusia benim," diye cevapladı. "Annem öldü. Bunun bizzat gerçekleştirdim."
Volusia'ya bakarken ifadesi gittikçe ciddileşiyordu. İlk kez olarak kendinden emin değildi.
"Anneni öldürmeyi başarmış olabilirsin," dedi. "Fakat bizi tehdit etmekle aptallık ediyorsun. Bizler savunmasız bir kadına benzemeyiz ve Volusia'nın adamları buradan çok uzakta. Güvenli olan yuvandan buraya kadar gelme cesareti göstererek akıllıca davranmamışsın. Şehrimizi bir avuç askerle alabileceğini mi düşüyorsun?" diye sordu, onu öldürmeyi düşünürken kılıcının kınını bir sıkıp bir gevşetiyordu.
Volusia yavaşça gülümsedi.
"Bir avuç askerle alamam," dedi. "Fakat iki yüz biniyle alabilirim."
Volusia Altın Asa'yı tutan elinin yumruğunu havaya kaldırırken gözlerini ondan hiç ayırmadı ve bunu yaparken Dansk liderinin omzunun üstünden geriye bakarken bir anda değişip telaşa ve dehşete kapılan yüzünü izledi. Neye baktığını anlamak için arkasını dönmesine gerek yoktu. Gördüğü şey, işaretiyle beraber tepeden dönen ve tüm ufku kaplayan iki yüz bin Maltolisia askeriydi. Şimdi Dansk lideri şehrinin karşı karşıya olduğu tehdidi anlamıştı.
Tüm elçilerin tüyleri diken diken oldu, korkmuşlardı ve güvenli şehirlerine dönmek için telaşlılardı.
"Maltolisia ordusu," dedi liderleri, sesinde ilk kez korku hissediliyordu. "Onlar ne yapıyor burada sizinle?"
Volusia gülümsedi.
"Ben bir tanrıçayım," dedi. "Neden bana hizmet etmesinler?"
Şimdi Volusia'ya hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.
"Fakat yine de Dansk'a saldırmaya cüret edemezsiniz," dedi sesi titrerken. "Bizler başkentin doğrudan koruması altındayız. İmparatorluk ordusunun sayısı milyonları geçer. Eğer şehrimizi alırsanız, bunun hesabını sormak zorunda kalırlar. Hepiniz bu uğurda katledilirsiniz. Kazanamazsınız. Bu kadar fütursuz musunuz? Yoksa aptal mı?
Gülümsemeye devam etti, rahatsızlığından keyif alıyordu.
"Belki ikisinden de biraz," dedi. "Ya da belki yeni bulduğum orduyu denemek ve hünerlerini sizlerin üzerinde geliştirmelerini sağlamak için bir istek duyuyorumdur. Yolun bu tarafında, adamlarım ve başkentin arasında durmanız çok büyük bir şanssızlık. Hiç bir şey ama hiç bir şey yoluma çıkamaz."
Ona dik dik bakarken yüzünde alaycı bir gülümseme oluştu. Ancak ilk kez gözlerinde ciddi bir panik dalgası olduğunu görüyordu.
"Sizinle şartları konuştuk ve bunları kabul etmiyoruz. Savaşa hazırlanacağız, eğer isteğiniz buysa. Yalnız şunu hatırlayın, bunu başınıza siz aldınız."
Aniden, bağırıp zertasını topukladı ve diğerleriyle birlikte dönüp dört nala ilerlerken yoğun bir toz bulutu kaldırdı.
Volusia gelişigüzel bir şekilde zertasından indi, uzandı ve kumandanı Soku'nun uzanarak ona verdiği kısa, altın mızrağı tuttu.
Bir elini rüzgara karşı kaldırıp esintiyi hissetti, tek gözünü kısıp nişan aldı.
Öne eğilip fırlattı.
Volusia, mızrağı kavis çizerek neredeyse elli metre yüksekten uçtuğunu gördü, ardından gelen korkunç bir çığlık ile beraber mızrağın eti delerek çıkardığı o tatmin edici sesi duydu. Liderin sırtına saplanmasını keyifle izledi. Lider, zertasından düşüp bağırarak çöl zeminine düştü.
Maiyeti durup dehşetle aşağı baktılar. Zertalarında otururken sanki dursalar mı yoksa gitseler mi tartıyor gibilerdi. Geri döndüklerinde Volusia'nın ufuğa serilen adamlarının artık yürümeye başladığını görünce geri gitmenin bir anlamı olmadığı aşikardı. Dönüp dört nala ilerlemeye başladılar, çöl zemininde yatan liderlerini bırakarak şehir kapılarına yöneldiler.
Volusia maiyetiyle beraber, ölmek üzere olan lidere ulaşana kadar sürdü ve yanı başında indi. Uzakta demir kapıların çarpışını duydu, maiyetin Dansk'a girdiğini ve büyük kapıların artlarından kapandığını fark etti. Şehrin devasa çift demirli kapıları arkalarından sıkıca kapanarak bir hisar oluşturdu.
Volusia sırtı üstü dönüp acı ve dehşetle ona bakarak can çekişen lidere baktı.
"Şartları konuşmaya gelen bir adamı yaralayamazsın," dedi öfkeyle," Bu, İmparatorluk'un tüm kanunlarına aykırıdır! Daha önce böyle bir şey yaşanmadı!"
"Seni yaralama amacında değilim," dedi yanı başında çömelip hançerin ucunu dokundurup çekerek. Sonra mızrağı boğazına soktu ve can çekişmeyi bırakıp son nefesini bırakana kadar hiç gevşetmeden saplamaya devam etti.
Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
"Seni öldürme amacındayım."
ONUNCU BÖLÜM
Thor, küçük kayığın önünde ayakta dururken, arkasında kardeşleri vardı; akıntı onları doğruca şu an önlerinde olan bu küçük adaya taşırken kalbi heyecanla çarpıyordu. Thor yukarı bakıp kayalıkları hayretle izledi, daha önce böyle bir şey görmemişti. Üzerlerinde hiç pürüz olmayan, beyaz, sağlam granitten oluşan duvarlar, iki güneşin altında parıldıyor ve doğruca yüzlerce metre yukarı ulaşıyorlardı. Ada kendinden dairesel şekildeydi, tabanı kayalarla çevriliydi ve dalgaların mütemadiyen çarpmalarıyla oluşan ses yüzünden düşünmenin imkanı yoktu. Nüfuz edilemez görünüyordu, bir ordunun kat edemeyeceği imkansızlıktaydı.
Thor bir elini gözüne götürüp güneşe karşı gözünü kıstı. Kayalıklar bir noktada, yüzlerce metre yükseklikteki platonun en son noktasında duruyor gibi görünüyordu. Orada, en tepede her kim yaşıyorsa Thor o kişinin sonsuza kadar orada güvende olacağını fark etti. Orada yaşayan biri olduğu farz edilirse tabii.
En tepede, adanın üstünde bir hare gibi dolaşan açık pembe ve mor renkli bulut halkaları güneşin sert ışınlarını bir battaniye gibi örtüyor ve bu yeri sanki Tanrının kendisi tarafından ödüllendirilmiş gibi gösteriyordu. Nazik bir esinti çıktı, hava keyifli ve yumuşaktı. Annesinin kalesine gittiğinden bu yana bu şekilde hissetmemişti.
Diğerleri de yüzlerindeki hayranlık ifadeleriyle yukarı baktılar.
"Burada kim yaşıyordur?" diye arkadaşlarının zihnindekini yüksek sesle sordu O'Connor.
"Kim ya da ne?" diye sordu Reece.
"Belki kimse yoktur," dedi Indra.
"Belki de yol almaya devam etmeliyiz," dedi O'Connor.
"Daveti de es mi geçelim?" diye sordu Matus. "Yedi kişiyiz ve yedi ip görüyorum."
Thor kayalıkları incelerken daha yakından baktı, en tepeden sahile doğru salınarak inen yedi tane altın ipin güneşin altında parıldadığını görünce meraklandı.
"Belki biri bizi bekliyordur," dedi Elden.
"Ya da aklımızı çelmeye çalışıyordur," dedi Indra.
"Ama kim?" diye sordu Reece.
Thor en tepeye bakarken tüm bu düşünceler onun da zihninde dolanıyordu. Buraya geldiklerini kimin bilebileceğini merak etti. Biri tarafından izleniyorlar mıydı?
Hepsi sessizce suyun üstünde duran kayığın içinde dururlarken akıntı onları adaya daha çok yakınlaştırıyordu.
"Asıl soru," diye başladı cümlesine Thor, sonunda sessizliği bozarak, "dost canlısı olup olmadıkları veya bunun bir tuzak olup olmadığı."
"Bir şey fark eder mi?" diye sordu Matus yanına gelerek.
Thor kafasını salladı.
"Hayır," dedi, kılıcın kınını daha sıkı tutarken. "Her halükarda burayı ziyaret edeceğiz. Eğer dost canlısıysalar onları kucaklarız, düşmanlarsa onları öldürürüz."
Akıntılar devam ederken, uzun ve kıvrılan dalgalar kayığı, bu yeri çevreleyen siyah kumla dolu dar kıyıya kadar taşıdı. Kayıkları nazikçe kalkarak kumun üzerine oturdu ve bir an sonra herkes kıyıya atladı.
Thor kılıcının kınını kenarından sıkıca kavrıyor ve her yöne dikkatle bakıyordu. Sahilde çarpan dalgalardan başka hiç bir hareket yoktu.
Thor kayalıkların dibine doğru yürüyüp, avucunu yaslayarak ne kadar pürüzsüz olduklarını, yaydıkları ısı ve enerjiyi hissetti. Kayalıklardan doğruca yukarı çıkan ipleri incelerken kılıcını yerine koyup içlerinden birini tuttu.
Biraz asıldı, ip düşmedi.
Diğerleri de bir bir ona katılarak iplerden birini alıp asıldılar.
"Taşır mı?" diye sordu O'Connor yüksek sesle doğruca yukarı bakarak.
Hepsinin aynı şeyi düşündüğü belli oluyordu.
"Bunu öğrenmenin tek yolu var," dedi Thor.
Thor iki eliyle ipi tutup zıpladı ve tırmanmaya başladı. Etrafında duran diğer arkadaşları da aynı şeyi yaparak dağ keçileri gibi kayalıklara tırmanmaya başladı.
Thor tırmanmaya devam ederken, kasları ağrıyor güneşin altında yanıyordu. Boynuna doğru giden terler önce gözlerini yakarken bacakları titriyordu.
Fakat aynı zamanda bu iplerle ilgili sihirli bir şey, onu ve diğerlerini destekleyen ve daha önce hiç olmadığı kadar hızlı çıkmalarını sağlayan garip bir enerji vardı, sanki ipler onları yukarı çekiyordu.
Mümkün olduğunu düşündüğü süreden çok daha önce Thor kendini yukarıda buldu. Uzanınca çimen ve toprağa çıktığını görerek şaşırdı. Kendini yukarı çekip yumuşak çimenlerde yuvarlandı. Yorgundu, nefes nefese kalmıştı, elleri ve kolları ağrıyordu. Etrafında diğer arkadaşlarının da vardığını gördü. Başarmışlardı. Bir şey onların yukarıda olmasını istemişti. Thor bunun bir rahatlama sebebi mi yoksa endişe kaynağı mı olduğunu bilmiyordu.
Dizinden destek alıp kılıcını çekti ve hemen kenara gitti, ne bekleyeceğini hiç bilmiyordu. Etrafındaki kardeşleri de aynısını yaparak ayağa kalkıp içgüdüsel olarak yarım daire şekli alarak birbirlerinin arkalarını kollamaya başladılar.
Fakat Thor orada durup bakarken gördüğü nedeniyle şaşırdı. Kayalıklı, çorak ve ıssız bir yerde bir düşmanın onu karşılamasını bekliyordu.
Bunun yerine, onları karşılayan kimsenin olmadığını gördü. Kayaların yerine ise gözlerinin değdiği en güzel yer karşıladı onları: orada, önlerinde uzanan yeşil sıra dağlar, sabah güneşi altında parıldayan çiçekler, yapraklar, meyvelerle doluydu. Buradaki sıcaklık mükemmeldi, nazik okyanus esintileri tenlerini okşuyordu. Meyve bağları, yemyeşil üzüm bağları öylesine bereketli ve güzeldi ki hemen anında üstlerindeki gerginliği aldı götürdü. Kılıcını kınına koydu, diğerleri de rahatlamıştı. Hepsi bu mükemmel yeri inceliyordu. Ölüler ülkesinden ayrıldıktan sonra ilk kez, Thor tamamen rahatlayıp tedbiri elden bırakabileceğini hissetti.
Thor şaşırmıştı. Nasıl olur da bu muhteşem ve olağanüstü yer sonsuz ve acımasız denizin ortasında yer alabilirdi? Thor etrafına bakınca her şeyin üstünde asılı duran zarif sisi gördü, yukarı bakınca da iyice tepede bu yeri örtüleyen fakat güneş ışınlarının biraz oradan biraz buradan geçmesine izin veren mülayim mor bulutları fark etti. Bu yerin kesinlikle sihirli olduğunu vücudunun her zerresiyle biliyordu. Burası öylesine fiziksel güzelliklere sahipti ki Halka gibi cömert bir yeri bile gölgede bırakırdı.
Thor uzaktan gelen tiz bir ses duyunca şaşırdı; başlangıçta zihninin ona oyun oynadığını düşündü. Ancak sesi tekrar duyunca içinin ürperdiğini hissetti.
Elini kaldırıp gözlerine götürdü ve göğü incelemeye başladı. Bir ejderhanın çığlığı olduğuna yemin edebilirdi ancak bunun imkansız olduğunu biliyordu. Son ejderhalar Ralibar ve Mycoples'in öldüğünü biliyordu. Buna, ölümlerini getiren o kader anına bizzat şahit olmuştu, hala kalbinin üzerinde bir hançer gibi sallanıyordu o an. Eski dostu Mycoples'i düşünmediği bir gün bile geçmiyordu, yeniden onun sırtında olmayı çok istiyordu.
Duyduğu bu çığlık hüsnükuruntu muydu? Unutulmuş bazı rüyaların yansıması mıydı?
Çığlık aniden yeniden yükselerek göğü deldi, havanın tüm dokularını delik deşik ederken Thor'un kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı, hem heyecan hem de hayretler içinde ne hissedeceğini bilemeden durdu. Bu mümkün olabilir miydi?
Thor elini gözlerine götürüp iki güneşe doğru bakarken, kayalıkların en tepesinde daireler çizen küçük bir ejderhanın gölgesini gördüğünü düşündü. Dondu, acaba gözleri ona oyun mu oynuyor diye düşündü.
"O bir ejderha mı?" diye aniden sordu Reece yüksek sesle.
"Bu mümkün değil," dedi O'Connor. "Hayatta kalan başka ejderha yok."
Fakat Thor bulutların içinde kaybolan şeklin gölgesini izlerken bundan o kadar emin değildi. Thor aşağıya bakıp çevreyi incelerken merak etti.
"Burası neresi?" diye sordu Thor yüksek sesle.
"Rüyaların yeri, ışığın yeri," dedi bir ses.
Thor bu tanımadık ses karşısında afalladı, arkasını diğerleriyle birlikte dönünce başlığı takılı sarı bir cübbe giymiş, üstünde mücevherler bezeli, ucunda ise siyah bir tılsımın yer aldığı uzun, şeffaf bir asa taşıyan yaşlı bir adamın önlerinde durduğunu görünce dehşete düştü.
Adamın rahat bir gülümsemesi vardı, onlara oldukça doğal hareketlerle yaklaşırken başlığını geriye attı ve uzun, altın sarısı, dalgalı saçları ve yaş almayan yüzü açığa çıktı. Thor bu adamın onsekiz yaşında mı yoksa yüz yaşında mı olduğunu söyleyemezdi. Yüzünden bir ışık yayılırken Thor yoğunluğuyla irkildi. Argon'u en son gördüğünden bu yana böyle bir şeyle karşılaşmamıştı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.