- -
- 100%
- +
Mrs. Shelby, “Hayır hayır, bu acımasız işe hiçbir biçimde yardımcı ya da suç ortağı olmayacağım. Gidip zavallı ihtiyar Tom’u göreceğim, kederi için Tanrı yardımcısı olsun! Ne olursa olsun hanımlarının duygularının onlar için ve onlarla birlikte olduğunu görecekler. Eliza’ya gelince, düşünmeye bile cesaret edemiyorum. Tanrı bizi bağışlasın! Biz ne yaptık ki bu kötü zorunluluk bizi buldu?”
Bu konuşmanın Mr. ve Mrs. Shelby’nin aklının ucundan geçmeyeceği bir kulak misafiri vardı. Dairelerinde bir kapıyla dış koridora açılan büyük bir dolap bulunuyordu. Mrs. Shelby o gece için Eliza’ya izin verince kızın hummalı ve heyecan içindeki beyni, bu dolap fikrini önermiş, o da oraya saklanmış, kulağını kapının çatlağına yapıştırarak, konuşmanın tek sözcüğünü kaçırmamıştı. Sesler kesilince doğrulup gizlice ayaklarının ucuna basarak uzaklaştı. Beti benzi atmıştı, titriyordu, donmuş yüz çizgileri, kasılmış dudaklarıyla o yumuşak, çekingen insandan tümüyle değişik biriydi. Holde dikkatle ilerledi, hanımının kapısında bir an duralayarak ellerini dilsiz bir yakarışla göğe kaldırdı, sonra dönüp kendi odasına süzüldü. Dairesi hanımınkiyle aynı katta sessiz, temiz bir bölümdü. Sık sık önünde oturup şarkı söyleyerek dikiş diktiği güneşli hoş bir penceresi, küçük bir kitap dolabı, birkaç güzel ufak tefek süs eşyası, onların aralarına serpiştirilerek düzenlenmiş Noel armağanları, dolabında ve çekmecelerindeki birkaç basit giysiyle burası onun evi, daha geniş anlamıyla da hep mutlu olduğu yerdi. Yataktaysa uykunun gevşekliği içinde oğlu yatıyordu. Uzun bukleleri kayıtsızca hiçbir şeyin farkında olmayan yüzüne düşmüştü, gül gibi ağzı hafif açık, tombul elleri çarşafın üstündeydi, tüm yüzüne güneş ışığı gibi bir gülümseme yayılmıştı.
“Zavallı çocuk! Zavallıcık!” dedi Eliza. “Seni sattılar ama annen seni kurtaracak!”
Böylesi belalı dar boğazlarda görülen yaşlardan tek bir damlası o yastığa düşmedi, gözünden yaşlar çekilmişti, yüreği kendi kendine sessizce kanadığından, olsa olsa kan damlayabilirdi. Bir kâğıt kalem alıp aceleyle yazmaya başladı.
Hanımım, sevgili hanımım,
Nankör olduğumu sanmayın, benim için kötü düşünmeyin. Bu gece efendiyle konuştuklarınızın hepsini duydum. Oğlumu kurtarmaya çalışacağım için beni suçlamayın! İyi yürekliliğiniz için Tanrı sizi korusun ve ödüllendirsin!
Mektubu aceleyle katlayıp üstüne hanımının adını yazdı, sonra dolaba gidip oğlunun birkaç parça giyeceğini bohça yaptı ve bir mendille sımsıkı beline bağladı, o ânın dehşet dolu dakikalarında bile ancak sevgi dolu bir annenin yapacağı gibi çocuğunun en sevdiği oyuncaklardan birkaçını da yanına almayı unutmayıp uyandığında oynaması için rengârenk boyanmış bir papağanı dışarıda bırakmıştı. Küçük uykucuyu uyandırmak biraz sorun olduysa da azıcık uğraştan sonra yatağın içinde oturmuş, kuşuyla oynamaya başlamıştı. Annesi de bu arada bonesini takıp şalını örtmüştü. Annesi çocuğun küçük paltosu ve kepiyle yatağa yaklaşırken, çocuk, “Nereye gidiyorsun anne?” dedi.
Annesi iyice yakınına gelip gözlerinin içine öylesine candan baktı ki, çocuk olağandışı bir şeyler döndüğünü hemen anladı.
“Şşşt Harry,” dedi annesi, “yüksek sesle konuşma sakın, bizi duymasınlar. Kötü bir adam küçük Harry’yi annesinden alıp uzaklara, karanlığın içine götürecek ama annesi buna izin vermeyecek, oğulcuğunun şapkasıyla paltosunu giydirecek, çirkin adam yakalayamasın diye onu da alıp kaçacak.”
Bunları söylerken çocuğu giydirip düğmelerini iliklemiş, kucağına almıştı, hiç sesini çıkarmamasını fısıldadıktan sonra odasının dış verandaya açılan kapısını açtı ve usulca dışarı süzüldü.
Işıl ışıl, dondurucu bir geceydi, yıldızların ışığıyla aydınlıktı. Anne, şalını çocuğuna sardı, çocuk da tam olarak anlayamadığı o belirsiz korkuyla annesinin boynuna sarıldı.
Verandanın öbür ucunda uyuyan kocaman bir Newfoundland olan yaşlı Bruno, kadın yaklaşırken hafif bir homurtuyla ayağa kalktı. Eliza hafifçe adını söyledi, onun eski oyun arkadaşı olan hayvan, her ne kadar basit köpek kafasıyla hiç de akla uygun olmayan bu gece yarısı yürüyüşünün anlamını çıkaramadıysa da kuyruğunu sallayarak onu izlemeye hazırlandı.
Kendi ölçülerine göre başkaldırı ya da uygun olmayan bir şeylere ilişkin bulanık dürtüler hayvanı epey engelliyor olmalı ki, Eliza kayar gibi ilerlerken ikide bir duruyor dalgın dalgın önce ona, sonra eve bakıyor ve güven tazelermişçesine peşi sıra yeniden yola koyuluyordu. Geçen birkaç dakika onları Tom Amca’nın kulübesinin penceresine getirdi. Eliza durdu, pervaza hafifçe vurdu.
Tom Amcalardaki dua toplantısı, ilahiler de söylenince geç saatlere sarkmış, Tom Amca da birkaç uzun soloya kendini kaptırmıştı, saat on ikiyle bir arası olmasına karşın o ve değerli toplantı arkadaşları hâlâ ayaktaydı.
Chloe Teyze, “Aman Tanrı’m, o da ne?” diyerek fırlayıp perdeyi açtı. “Bu Lizzie değilse ne olayım! Adam, çabuk giyin, Bruno da gelmiş, dolanıp duruyor, Tanrı aşkına neler oluyor! Kapıyı açmaya gidiyorum.”
Söylediğini yapıp kapıyı ardına kadar açtı, Tom’un alelacele yaktığı donyağı mumunun ışığı kaçağın bezgin yüzüyle çılgınca parlayan gözlerine düştü.
“Tanrı seni korusun, sana bakmaya bile korkuyorum Lizzie, hastalandın mı, ne oldu?”
“Kaçıyorum, Tom Amca ve Chloe Teyze, çocuğumu kaçırıyorum, efendi onu sattı.”
İkisi birden yılgınlık ve umutsuzluk gösteren bir hareketle ellerini havaya kaldırdılar.
“Sattı mı?” diye yankıladılar.
“Evet, sattı,” dedi Eliza kısaca. “Bu gece hanımın odasına bitişik dolaba saklandım, efendinin Harry’yle seni Tom Amca, bir köle tüccarına sattığını duydum, efendi bu sabah atıyla evden uzaklaşacak, adam da gelip sizi alacakmış.”
Tom bu konuşma süresince elleri havada, gözleri yuvalarından uğramış, düş görüyormuşçasına kalakalmıştı. Sonra giderek ağır ağır söylenenin anlamını kavramışçasına gevşedi, eski koltuğuna çöküp başını eğdi.
“Ulu Tanrı’m, bize acısın,” dedi Chloe Teyze. “Ah, hiç gerçekmiş gibi gelmiyor insana! Efendinin satması için ne yaptı seninki?”
“Hiçbir şey. Neden o değil. Efendi satmak istemedi, hanımsa hep iyidir. Bizim için yalvarıp yakardı ama efendi ona bunun bir yararı olmayacağını, adama borçlu ve onun elinde olduğunu, borcunu ödemezse tüm evle birlikte herkesi satıp savıp taşınması gerekeceğini söyledi. İkisini satmak ya da her şeyi satmak dışında bir seçimim yok, dediğini duydum, adam çok bastırıyormuş. Efendi üzgün olduğunu söyledi ama bir de hanımımın konuşmasını duyacaktınız! O bir Hıristiyan ve melek değilse, kimse değildir. Onu öyle bıraktığım için kötüyüm ama zorunluydum. Hanımım, bir ruhun dünyadan değerli olduğunu söyledi, bu çocuğun da ruhu var, yazgısına terk etsem, kim bilir hali ne olur? Bu yaptığım doğru olmalı ama doğru değilse, Tanrı beni bağışlasın, başka türlü davranmak elimde değil!”
“Eh, koca adam!” dedi Chloe Teyze. “Neden sen de gitmiyorsun? Zencilerin ağır iş ve açlıktan öldükleri nehrin aşağısındaki o yere götürülmeyi mi bekleyeceksin? Oraya gitmektense ölmek yeğdir. Hâlâ zamanın var, Lizzy’yle git. İstediğin zaman gelir, istediğin zaman gidersin. Hadi acele et, ben de eşyalarını toparlayayım.”
Tom yavaşça başını kaldırıp sessizce ama üzgün çevresine bakındı.
“Hayır hayır, ben gitmiyorum. Eliza gitsin, bu onun hakkı! Hayır diyen ben olamam, Lizzy’den kalması beklenemez ama ne söyledi, duydum. Ya ben satılacaksam ya da buradaki herkes satılıp her şey mahvolacaksa, elbette ki ben satılayım. Ben de herkes kadar buna katlanabilirim.”
Hıçkırık ya da iç geçirme gibi bir şeyle geniş, kaba göğsü kasıldı.
“Efendi beni hep yerimde bulmuştur, yine bulacak. Şimdiye kadar hiç kimsenin güvenini boşa çıkarmadım, söylediklerime ters düşmedim, düşmeyeceğim de. Buranın perişan olup her şeyin satılmasındansa, benim tek başıma gitmem daha iyi olur. Suçlu olan efendi değil, Chloe, o sana da öbür yoksullara da bakar.”
Küçük yünsü kafalarla dolu derme çatma tekerlekli yatağa döndü ve sessiz sedasız çöktü. Koltuğun arkasına yaslanıp yüzünü iri elleriyle örttü. Ağır, boğuk, yüksek sesli hıçkırıklar iskemleyi sarsmaya, iri gözyaşı damlaları parmaklarının arasından yere damlamaya başladı. Siz, beyefendi! Bunlar ilk doğan oğlunuzu koyduğunuz tabuta akıttığınız gözyaşları. Siz hanım! Bunlar, ölen bebeğinizin çığlıklarını duyduğunuzda akıttığınız gözyaşları. O bir insandı beyefendi, siz de başka bir insansınız. Siz hanım, ipeklerle mücevherlerle donanmış da olsanız bir kadından başka bir şey değilsiniz ve yaşamın büyük belaları ve acılar arasında tek bir üzüntü duyarsınız!
Kapıda duran Eliza, “Şimdi de,” dedi, “kocamı yalnızca bu öğleden sonra gördüm, ne olacağını bilmiyorum. Onun sabrını taşırdılar, o da bugün bana kaçacağını söyledi. N’olur, olabilirse ona bu haberi iletmeye çalışın. Nasıl, neden gittiğimi, Kanada’yı bulmaya çalışacağımı söyleyin. Onu sevdiğimi söyleyin, deyin ki, onu bir daha hiç göremezsem,” bir an için onlara sırtını dönüp durdu sonra boğuk bir sesle ekledi, “ona elinden geldiğince iyi olmasını ve cennette beni bulmasını söyleyin. Bruno’yu da çağırın, kapıyı kapatın ki zavallı hayvancağız benimle gelmesin!”
Son birkaç sözcük, gözyaşı, sade bir veda ve helalleşme derken şaşkın, korkmuş çocuğuna sımsıkı sarılarak kayar gibi sessizce uzaklaştı.
6
Keşif
Mr. ve Mrs. Shelby bir gece önce uzayan tartışmalarının ardından hemen uyuyamadılar ve ertesi sabah her zamankinden daha geç saate kadar uyudular.
Mrs. Shelby çanı birkaç kez çalıp da yanıt alamayınca, “Eliza nerelerde bilmem,” dedi.
Mr. Shelby boy aynasının önünde durmuş, usturasını biliyordu, o anda kapı açıldı, elinde efendisinin tıraş suyuyla zenci bir çocuk içeri girdi.
Hanım, “Andy, Eliza’nın kapısına git de üçtür onu çağırdığımı söyle,” dedi, sonra da içini çekerek, “zavallıcık!” diye ekledi.
Andy çok geçmeden döndü, gözleri şaşkınlıkla yuvalarından uğramıştı.
“Tanrı’m, hanımım! Lizzy’nin çekmeceleri açık, her şey ortaya saçılmış, sanırım gitmiş!”
Gerçek aynı anda Mr. Shelby’yle karısının kafasına dank etti. Adam bağırarak, “Kuşkulanıp kaçtı!” dedi.
“Şükürler olsun,” dedi Mrs. Shelby, “yapmıştır.”
“Karıcığım, budala gibi konuşuyorsunuz, öyle yapmışsa benim için hiç de yakışık almayan bir durum olur. Haley, çocuğu satmakta istekli olmadığımı gördü, onu kurtarmak için göz yumdum sanacak. Onuruma dokunuyor!”
Bunu söyledikten sonra aceleyle odadan çıktı.
Bir koşuşturmadır başladı, herkes oradan oraya seğirtiyor, kapılar açılıp kapanıyor, değişik yerlerde farklı renklerde yüzler belirip kayboluyordu, bu çeyrek saat sürdü. Yalnızca tek bir kişi, olayı birazcık olsun aydınlatabilecek tek kişi taş gibi suskundu, başaşçı Chloe Teyze. Sessizce, neşeli yüzüne yerleşmiş ağır bir bulutla, çevresindeki heyecana ilişkin hiçbir şey görmemiş ve duymamışçasına kahvaltı bisküvilerini yapmaya girişmişti.
Az sonra on-on iki kadar küçük şeytan kargalar gibi verandanın parmaklıklarına tünemiş, her biri garip efendiye bahtsızlığını ilk haber verenin kendisi olmasına karar vermişti.
“Deliye dönecek. Kalıbımı basarım,” dedi Andy.
“Sövmez mi şimdi?” dedi küçük kara Jake.
“Elbette söver,” dedi yün saçlı Mandy. “Dün akşam yemeğinde duydum. Her şeyi duydum, hanımın kavanozları koyduğu dolaba saklanmıştım, her sözcüğü duydum.” Ömrü boyunca duyduğu hiçbir sözcüğün anlamını bir kara kedinin düşündüğünden çok düşünmemiş olan Mandy şimdi üstün zekâlı havalarında caka satarak kabara kabara dolaşıyor, kavanozların arasına kıvrılıp derin derin uyuduğunu unutuyordu. Sonunda çizmelerini çekmiş ve mahmuzlarını kuşanmış Haley göründüğünde dört koldan kötü havadislerle selamlandı. Verandadaki küçük şeytanlar sövme konusundaki umutlarında hayal kırıklığına uğramadılar, üstelik adam bunu öyle akıcı ve hararetli bir dille yaptı ki tümünün de hayranlıktan ağzı açık kaldı, bu arada adamın kamçısından kurtulmak için başlarını eğip bir o yana bir bu yana kaçmaya çalışıyor, çil yavrusu gibi dağılıyor, sonra yine hızla bir araya geliyor, verandanın altındaki çürümüş çimenlerde inanılmaz bir kıkırdamayla üst üste yığılıyor, topuklarını yere vurup avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.
Haley dişlerinin arasından, “Küçük şeytanlar, sizi bir elime geçirirsem…” dedi.
Andy eliyle koluyla kibirli jestler yaparak zaferle, “Ama geçiremedin,” diye bağırdı, bir yandan sesini duyamayacak kadar uzaklaşmış olan talihsiz tüccarın arkasından görülesi maymunluklar yapıyordu.
Ansızın hazin bir tavırla salona dalan Haley, “Biliyor musunuz Shelby, bu yılın en garip olayı bu! Kız, küçüğü de alıp kaçmış sanırım,” dedi.
“Mr. Haley, Mrs. Shelby yanımızda,” dedi Mr. Shelby.
Haley, “Özür dilerim hanımefendi,” diyerek hâlâ biraz çatık duran kaşlarıyla hafifçe eğildi. “Yine de söylemeden edemeyeceğim, bu, yılın en tuhaf olayı, doğru mu bayım?”
Mr. Shelby, “Bayım, benimle görüşmek istediğiniz bir şey varsa, bunu bir beyefendi tavrında yapın. Andy, Mr. Haley’in şapkasıyla kırbacını al. Oturun efendim. Evet, üzülerek söylemeliyim ki, duyduklarından ya da birinin bu işi ona anlatmasından heyecanlanmış olacak ki genç hanım çocuğunu alıp gece kaçmış.”
“İtiraf etmeliyim ki, bu işte dürüst bir anlaşma bekliyordum.”
Mr. Shelby sertçe ona döndü.
“Bu sözden ne çıkarmam gerekiyor bayım! Biri benim onurumu sorgularsa ona vereceğim tek bir yanıt vardır.”
Köle tüccarı bundan korktu, daha yumuşak bir tonda, “Dürüst pazarlık yapmış birini böyle dolandırmak çok can sıkıcı,” dedi.
Mr. Shelby, “Mr. Haley,” dedi, “hayal kırıklığınız için nedenleriniz olduğuna inanmasaydım, bu sabah salonuma öyle kabaca, selamsız sabahsız dalmanıza asla katlanamazdım. Şunu da söyleyeyim, bu olaydaki haksızlıkta payım varmışçasına yapılan tüm imaların beni hedef almasına izin vermeyeceğim. Üstelik malınızı yeniden ele geçirebilmeniz için atlar ya da hizmetçiler gibi her türlü yardımı sağlamaya kendimi zorunlu hissediyorum. Yani kısaca Haley,” sesi ansızın o seçkin soyluluk tonundan açıksözlü, içtenlikli bir havaya bürünmüştü, “sizin için en iyisi sakin olup biraz kahvaltı etmek, sonra ne yapılması gerektiğini düşünürüz.”
Mrs. Shelby ayağa kalktı, o sabah işlerinin kahvaltı sofrasında bulunmasını engellediğini söyleyerek beylerin kahvesiyle ilgilenmesi için çok saygın bir melezi yerine bırakıp odadan çıktı.
“Sizin hanım, naçiz kulunuzdan pek hoşlanmıyor anlaşılan.”
Haley aileden biriymiş duygusunu uyandırmaya çalışarak teklifsizce konuşmuştu.
Mr. Shelby kuru bir sesle, “Karımdan bu kadar rahat söz edilmesine alışık değilim,” dedi.
Haley gülmeye çalışarak, “Özür dilerim, yalnızca şakaydı elbette,” dedi.
“Bazı şakalar öbürlerinden daha uygunsuz kaçıyor.”
Haley kendi kendine, “Haddinden fazla rahat, kâğıtları imzaladım ya, lanet herif! Düne kadar her türlü şakaya katlanıyordu oysa!” diye mırıldandı.
Hiçbir başkanın mahkemeye düşüşü arkadaşları arasında Tom’un durumu kadar büyük heyecan dalgası yaratmamıştır. Her ağızdaki konu oydu, evde ya da tarlada olayın olası sonuçlarını tartışmaktan başka bir şey yapılmıyordu. Eliza’nın kaçışı, burada daha önce benzeri yaşanmamış bir olay olması bir yana, genel heyecanı uyarmak için de büyük bir yardımcı unsurdu.
Yöredeki abanoz çocukların tümünden üç kat daha kara olduğundan herkesin Kara Sam dediği zenci, Washington’daki her beyaz vatanseverin gözüne girecek biçimde, ucunun kendine dokunmamasına dikkat ederek olanca gözlem ve kavrama yeteneğiyle olayın tüm aşama ve sonuçlarını derinlemesine irdeliyordu.
“Evet, hiçbir yere doğru esmeyen bir bela rüzgârı bu… İşte durum budur,” dedikten sonra bu veciz sözü desteklercesine üstündeki pantolonumsu şeyi yukarı çekti, pantolon askısını tutması gereken düğmenin yerine el çabukluğuyla bir çivi taktı. Bu mekanik dehasından oldukça hoşnut görünüyordu.
“Evet, hiçbir yere doğru esmeyen bir rüzgâr,” diye yineledi.
“Şimdi buyurun bakalım, Tom’un işi bitti, eh bir başka zenci için yer açıldı demektir, peki bu, neden şu garip bendeniz olmasın? İşin özü bu işte. Tom her yere atla gider gelir, çizmeler parlatılmış, cepte para, her şeyin tadı kahve kadar yerinde, peki bu neden artık Sam olmasın? Benim bilmek istediğim bu.”
Andy, “Merhaba Sam, hey Sam! Efendi gidip Bill ile Jerry’yi yakalamanı istiyor,” diyerek Sam’in kendi kendine konuşmasını kesti.
“Selam! Şimdi neler dönüyor bakalım delikanlı?”
“Biliyorsun sanırım, Lizzy oğluyla tüydü!”
Sam hafif bir aşağılamayla, “Sen git de büyükannene akıl ver,” dedi, “senden çok daha erken öğrendim, bu zenci sandığın kadar toy değil, bilesin!”
“Eh, her neyse, efendi, Bill ile Jerry’yi hemen istiyor, senle ben de efendi Haley’le gidip kadını arayacağız.”
“Bu iyi! Gün bugün!” dedi Sam. “Bunca yıl sonra Sam’e iş düştü. Bir numara o şimdi. O kadını yakalayamazsam n’olayım, efendi, Sam’in neler yapabileceğini görsün bakalım!”
Andy, “İyi de Sam, iki kez düşünsen iyi edersin, hanım onun yakalanmasını istemiyor.”
“Harika!” dedi Sam gözlerini açarak. “Bunu nereden biliyorsun?”
“Bu sabah söylerken kendi kulaklarımla duydum, efendinin tıraş suyunu götürdüğümde. Hanım neden Lizzy’nin onu giydirmeye gelmediğini öğrenmek için beni yolladı, ben de gittiğini söylediğimde, yatakta doğrulup oturdu, ‘Şükürler olsun,’ dedi. Efendi çılgına dönmüş gibiydi. ‘Budala gibi konuşmayın,’ dedi ama hanım, efendiyi yola getirecek! Bunun nasıl olacağını çok iyi biliyorum, her zaman hanım ne yandaysa, o yanda durmak iyidir, bak söylüyorum sana.”
Bunun üstüne Kara Sam pek engin bir zekâ taşımasa da tipik bir politikacının özel yeteneği olan ve iş bilenin kılıç kuşananın diye tanımlanan özellikten nasibini almış koca kafasını kaşıdı. Vızır vızır düşünceler nedeniyle aklı fena halde karışmıştı. Daha sakin düşünebilmek için her zamanki yöntemine başvurarak pantolon askılarını çekiştirdi. Sonunda, “Bu sizin dünyanızda imkânsız diye bir şey yok mudur?” diye sordu.
Sam “bu” sözcüğünü vurgulayarak tüm dünya türleri üstüne geniş deneyler yapmış da bu sonuca varmış bir filozof gibi konuşmuştu.
Ardından düşünceli bir tavırla, “Şimdi de hiç kuşkum olmaksızın söylüyorum ki, hanımın Lizzy’nin arkasından onu bulmak için dünyayı birbirine katması gerekirdi,” dedi.
“Elbet gerekirdi,” dedi Andy, “ama burnunun dibindeki gerçeği göremiyor musun kara zenci seni? Hanımefendi, Haley’in Lizzy’yle oğlunu bulmasını istemiyor, olay bu!”
“Müthiş!” Yalnızca zenciler arasında yaşayanların duyabileceği inanılmaz bir vurguyla söylemişti bunu.
“Daha da ötesini söyleyeyim,” dedi Andy. “Bence atları hazırlasan iyi olur, hem de elini çabuk tutarak… Hanım seni soruyordu, aptal aptal dikilip durduğun yeter.”
Bunun üstüne Sam harekete geçti, az sonra yeniden ortaya çıktı ve Bill ile Jerry’nin eşkin yürüyüşü eşliğinde eve doğru şerefle gitmeye başladı. Atlar durur gibi olur olmaz hemen işe yatkın bir hareketle öne atılıyordu, sonunda onları at bağlama yerinin önüne kadar fırtına gibi getirdi. Ürkek bir tay olan Haley’in atı, çekingenlikle sekiyor, yularını geriyordu.
“Hoo hoo!” dedi Sam. “Korktun mu?” Kara yüzü garip, haylaz bir gülüşle ışıdı. “Ben şimdi seni yola getiririm!”
Eve yakın, kocaman, gölge yapan bir kayın ağacı vardı, küçük sivri, üçgen, sert kabuklu meyveleri dökülüp toprağın her yanını örtmüştü.
Bunlardan birini parmakları arasına alan Sam, taya yaklaştı. Okşayıp hafifçe vurarak onu sakinleştirmeye çalıştı. Eyeri ayarlamaya çalışıyormuş gibi yaparak sivri, küçük meyveyi eyerin altına kaydırdı, bunu öyle yapmıştı ki, eyerin üstündeki en küçük bir ağırlık bile zaten sinirli olan hayvanı iyice kızdıracak ama en küçük bir yara ya da sıyrık bırakmayacaktı.
Gözlerini devirerek yaptığını onaylayan bir sırıtışla, “İşte!” dedi, “yola getirdim!”
O anda Mrs. Shelby balkonda belirerek ona yaklaşması için işaret etti. Sam, St. James ya da Washington’da iş bulmuş bir talibin kur yapmayı kafasına koymuş tavrıyla yaklaştı.
“Neden bu kadar oyalandın Sam? Elini çabuk tutman için Andy’yi gönderdim.”
“Tanrı sizi korusun hanımım! Atlar öyle bi’dakkada yakalanmıyolar ki!.. Güney çayırında Tanrı bilir nereye doğru kaçıp gittiler!”
“Sam, kaç kez senden Tanrı sizi korusun ya da Tanrı bilir gibi şeyleri söylememeni istedim. Kötü bir şey bu.”
“Ah, Tanrı ruhumu korusun! Unutmuşum hanımım! Bi’ daha böyle şeyler söylemeyeceğim.”
“Ama şimdi yine söyledin işte.”
“Öyle mi? Tanrı’m! Yani amacım o değildi.”
“Dikkatli olmalısın Sam.”
“Biraz soluk alayım hanımım, sonra daha iyi çalışabilirim. Çook dikkatli olacağım.”
“Yolu göstermek, ona yardım etmek için Mr. Haley’le gideceksin. Atlara dikkat et, geçen hafta Jerry biraz topallıyordu, çok hızlı sürme sakın!”
Mrs. Shelby son sözcükleri alçak sesle, üstüne basa basa söylemişti.
Sam gözlerini yuvalarında çevirerek sesinde belirli bir anlamla, “İşi bu çocuğa bırakın siz!” dedi. “Tanrı bilir! Müthişşş! Denmez mi şimdi buna!” Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz hanımı da kendini tutamayıp güldüren ani bir korkuyla soluğunu tutuverdi.
“Evet hanımım. Atlara dikkat ederim!”
Kayın ağaçlarının altındaki yerine dönen Sam, “Bak Andy,” dedi, “o beyefendinin bineceği yaratık yerinde güzel güzel dururken adam tam bineceği sırada ansızın dellenirse hiç şaşmam. Bilirsin, bu yaratıklar böyle şeyler yapar.”
Sözün tam burasında son derece imalı bir hareketle Andy’yi böğründen dürttü.
Andy hemen onaylar bir tavırla, “Müthişşş!” dedi.
“Evet, hanım zaman kazanmak istiyor, en sıradan adam bile bunu anlar. Ben, onun için biraz zaman kazanacağım. Şimdi sen git ne kadar at varsa sal, ormana gitsinler, efendinin o kadar acelesi yok nasılsa!”
Andy sırıttı.
“Yani Andy, Efendi Haley’in atı aksilik eder de yürümezse biz atlarımızdan inip ona yardıma gideceğiz ve ona yardım edeceğiz ya!” Sam ile Andy başlarını arkaya atıp boğuk kahkahalarla çılgınca gülmeye başladılar, bir yandan da parmaklarını şıklatıp topuklarını büyük bir keyifle birbirine vuruyorlardı.
O anda Haley verandada göründü. Birkaç fincan çok iyi kalite kahveyle iyice gevşemiş ve keyfi yerine gelmiş olarak güle konuşa dışarı çıktı. Sam ile Andy de şapka deme alışkanlığını bir türlü bırakamadıkları palmiye yapraklarından yaptıkları o lime lime şeyi kaptıkları gibi kafalarına geçirip efendilerine yardım etmek için (!) atların bağlı durduğu parmaklığa seğirttiler.
Sam’in palmiye yaprağı, saç örgüsü gibi örüldüğü tepe bölümlerinin ucuna doğru, özellikle de kenarlarında ustalıkla çözük bırakılmıştı, ince dilimler ayrık ve dik duruyor, Sam’e aynı bir Fejee Şefi gibi göz kamaştırıcı bir özgürlük ve meydan okuma havası veriyordu.
Andy’ninkinin kenarlarıysa hepten ayrılıp kopmuştu, tacını tepesine pat diye el çabukluğuyla oturttu, “Kim demiş şapkam yok diye?” diyormuş gibiydi.
“Ee çocuklar,” dedi Haley, “canlanın bakalım, zaman yitirmeyelim.”
Sam, “Hem de bir dakika bile efendim!” diyerek Andy öbür atları çözerken Haley’in atının dizginini kavrayıp üzengiyi tuttu.
Haley eyere dokunur dokunmaz zaten yerinde duramayan hayvan ansızın ok gibi fırlayıp havaya sıçradı, o anda binicisi de kendini ayakları bir yanda, kolları bir yanda, yumuşak, kuru otların üstünde buldu. Sam çılgın gibi bağırıp çağırarak dizginlere doğru atıldı ama tek başarabildiği, daha önce sözünü ettiğimiz palmiye yaprağıyla atın gözünü sıyırtmak oldu ki, bu da hiçbir biçimde hayvanın sinirlerini yatıştıracak bir hareket değildi. Böylece at müthiş bir hırsla Sam’i devirdikten sonra küçümsermişçesine burnundan birkaç gürültülü soluk koyverdi, arka ayaklarını hızla havaya kaldırdı ve çayırlığın öte yanına doğru dörtnala bir koşu tutturdu, peşinden müthiş bir hızla Andy’nin çözdüğü Bill ile Jerry gidiyordu. Herkesin başka bir şey yaptığı bir kargaşa başladı. Sam ile Andy bağırarak koşuyorlar, orada burada köpekler havlıyor, Mike, Mose, Mandy, Fanny, kadın-erkek ne kadar hizmetli varsa açık saçık sözlerle kahve dövücünün hınk deyicisi misali yorulmak bilmez bir coşkuyla koşuşup ellerini çırpıyor, naralar atıp bağırıyorlardı.
Kır donlu, çok çevik ve canlı olan Haley’in atı, sahnenin en can alıcı noktasına olanca “havasıyla” girdi ve kendine yaklaşık bir buçuk kilometre uzunluğunda, her yanı tatlı bir eğimle ormanda biten bir çayırlığı koşu alanı olarak belirledi. Peşindekilerin ne kadar yaklaşacaklarına izin vereceğini görmekten özel bir haz duyuyor gibiydi, derken tam bir kol boyu uzaklıktayken, burnundan salıverdiği homurtuyla çılgın gibi öne doğru fırlayıp uzakta, orman yolunda gözden yitti haylaz canavar. İstediği gibi bir durum olmadıkça arkadaki güruhtan birini yanına almak kadar hiçbir şey Sam’in düşüncesine uzak değildi, gösterdiği çabaysa gerçekten kahramancaydı. Aslan Yürekli Richard’ın savaşın hep önünde ve en yoğun yerinde parladığı gibi Sam’in palmiye yaprağı da atın yakalanması en az olası yerde görülüyor, oradan avazı çıktığı kadar, “Şimdi! Yakalayın! Yakalayın!” diye bağırdığı duyuluyor, bir anda herkes birbirine giriyordu.