- -
- 100%
- +
– Bunu kim söylemiş? Updike mi? Kierkegaard mı? Churchill mi? Spinoza mı? Sartre mi? Ya da ruh hastası Nietzsche mi? Freud delisi mi? Kim söylemiş?
– Kim söyleyebilir senden başka. Senin salak sözlerin, Lir omzuna kadar uzanan beyaz saçlarını silkerek: “Kim söylemişse söylemiş, bize ne.” diye sinirlendi.
– Senin için ilginç değilse sus! Sensin salak! Konfiçyus söylemişti köpek, diyen Tais Afinskaya çıldırmıştı.
– Yeter! Sus!
– Susmam, dedi. Hışımla Lir’in saçını ince elleriyle sıkıca kavrayıp çekmeye başladı. Asalak! Mikrop! Köpek!
– Çek ellerini! Bırak diyorum! Canı yanan Lir, öfkeli Tais Afinskaya’dan kendini kurtarmaya çalışıyordu.
– Bırak saçlarımı cadı! Kancık!
Kadının çoktan beri kesilmeyen kirli tırnakları Lir’in yüzüne battı.
– Hastalıksın sen! Mikrop!
Deliren Tais Afinskaya ince elleriyle Lir’in uzun kır saçlarını bütün gücüyle çekiyordu. Lir yere düştü. Öfkeli kadın onun üzerine atladı. Kadının bacak arası Lir’in burnuna geldi. Lir’in burnuna pis bir idrar kokusu geliyordu.
Lir “Hastalıksın sen! Mikrop!” dedikçe Tais Afinskaya çıldırıyordu.
Bu kavgaya diğerleri de karıştı.
Sadece nazik bir çiçeğe benzeyen Kleopatra ne yapacağını şaşırmış bir kenara çekilerek ağlayıp duruyordu. Bu ikisinin arasındaki hayvani düşmanlık diğerlerinin de canını sıktı.
– İmparator yüksek sesle susun dedi.
– Kesin sesinizi! Allah cezanızı versin! Sizi “Kutsal Yer”e götürmek isteyen benim gibi eşekte suç! Böyle devam ederseniz kutsal toprakları asla göremeyeceksiniz. Allah belanızı versin! Durun diyorum size! Durun.
Aniden İmparator’un ağzındaki takma diş yere düştü. Bunu gören Kozuçak protez dişi yerden alıp elinde bulunan şişedeki suyla duruladı ve İmparator’a verdi. İmparator protezini taktıktan sonra sinirle konuşmaya devam etti.
– Sizi bu yola sürükleyende suç. Aptalım ben!
Hepsi sessizce İmparator’a bakıyordu.
– Burası nasıl bir yer biliyor musunuz?
Yine kimseden ses çıkmadı.
Eline yapışan Lir’in saçlarını atan Afinskaya:
– Kaz kafalı, hadım! Dün bir de benim ırzıma geçmek istedi dedi. Hâlâ öfkeliydi.
– Kes sesini sürtük!
Büyük İskender, Tais Afinskaya’ya neredeyse saldıracaktı.
– Kes dedim sana!
Hepsi sustu.
Son günlerde iyice yorgun düşen İmparator’un boğazı kurumuştu, hafif öksürdü ve yumuşak bir sesle:
– Bilmiyorsanız öğrenin. Burası“Ölüm Vadisi” dedi.
– Ölüm Vadisi mi?
Hepsi de şaşkınlık içinde bakakaldılar.
Büyük İskender, İmparator’a kızgın gözlerle baktı.
– Sen bizi Ölüm Vadisi’ne değil, Kutsal Topraklar’a götüreceğim demiştin.
– Biz bu yabancı topraklarda, çöl diyarlarında kırk yıl boyunca Musa’nın peşinden giden askerler değiliz. Nerede senin kutsal toprakların, dedi. Çoktan beri sessiz duran İskender kızgın bir sesle devam etti:
– Bunları yaşamaktansa tımarhanede kalır, kemiklerimizin çürümesini izlerdik…
Bunları söyledikten sonra hızla yere tükürerek söylendi:
– Kahretsin! Nereye gideceğimiz hâlâ belli değil.
– Musa, askerlerinin gerçeği anlamaları için onları kırk yıl eğitmişti. Siz kırk güne bile dayanamıyorsunuz diyen Kozuçak, İmparator’a içten içe acıyordu. Konuşurken feri kaçan gözleri parlamıştı.
– Günahı silmek kolay mı? Dayanacağız İmparator. Dayanmamız gerek.
– Dayanın. Az kaldı, Kutsal Topraklara.
İmparator yere oturdu ve boğuk bir sesle:
– Dayanın, dedi.
Büyüklerin tartışmalarına karışmayıp uzakta duran Kleopatra, İmparator’a başını dayadı. İmparator ağır ağır nefes alıyordu. Boğazı sıkışmış azap çekiyordu. Kozuçak ona şişedeki sudan bir iki yudum içirdi. Su güneşin sıcaklığından hayli ısınmıştı. İmparator suyu biraz yuttu ve yere tükürdü. Başını dayayıp, ona derin derin bakan Kozuçak’ın gözlerinden sıcak gözyaşları süzüldü. Yol boyunca İmparator’a umut bağlamıştı ve artık onu bir yakını gibi görüyordu.
– Sen ağlıyor musun, dedi İmparator.
– Hayır, diyen Kozuçak burnunu çekerek eliyle gözyaşlarını sildi.
– Ağlamayın!
İmparator, Kleopatra’nın da ağlamak üzere olduğunu fark etti.
– Ben pekiyi hissetmiyorum ama geçecek ve sonra tekrar yola çıkacağız. Kutsal Topraklar’a az kaldı. Ben biraz… Sadece biraz uyuyayım, dedi. İmparator uykuya değil derin hayallere dalmak üzere köşesine çekildi.
İlkbahar gidiyor!
Ve kuşlar ağlıyor, balıkların gözlerinde de yaş…
Bir şarkı mırıldanmaya başladı Tais Afinskaya.
Vahşi çöle alacakaranlık indi. Güneşte bir farklılık olduğunu ilk fark eden Cengiz Han oldu. Batmaya başlayan güneşin sanki bir ejderhanın ağzından ateş püskürüyormuşcasına yaydığı ışık gökyüzünde parlıyordu.
– Güneşe bakın! Güneşe! Cengiz Han tedirgin gözlerle gökyüzüne baktı. Güneş tutulmuş… Güneş tutulmuş…
Bu sözü duyar duymaz Büyük İskender yanındaki şişeyi kırarak, onun parçasıyla güneş tutulmasını izlemeye başladı. Bunu gören herkes aynısını yaptı. Sadece Lir bakamadı. Yerinde donakalan Lir garip hareketler yapmaya başladı.
– Güneş mi? Güneş mi tutuldu?
Başını ellerinin arasına aldı. Elleri titriyordu, ellerindeki damarlar şişmişti. Adeta kendinden geçmiş sayıklıyordu:
Kin tutanların ve nefret besleyenlerin sayısı ne kadar çoksa onları yönetmek bir o kadar kolaydır. Hedef ne kadar yıkıcıysa ona o kadar coşkulu yaklaşır. İşte onların elleriyle dünya devrimi yapacağım. Evet, devrim! Ben ahlaksız günahkârlar partisini kuracağım. Zaten Tanrı’ya isyan etmeye hazırlar. Kuracağım parti her geçen gün biraz daha yaklaşacak iktidara ve yavaş yavaş onu ele geçirecek. Artık dünya eskisi gibi değil.
Lir tepeden tırnağa kadar titriyordu. Yanakları titreyerek sessizce etrafına bakındı ve yavaşça konuşmaya devam etti.
Üşüyorum ben, donuyorum! Şimdi her şeyi hatırlıyorum. Ben ölümlüydüm. Ben melektim. Ben oyuncuydum. Ben kadınlara tecavüz ederdim. Ben ölülerin bedenini yıkıyordum. Ben şimdi kendim ölüyüm. Beni kim yakacak?
Bazen böyle aklı gider gelirdi. İyice saçmalayıp kudurmuş köpek gibi ağzından köpükler çıkarırdı. Şu an tam da o haldeydi. Hâlâ kendine gelememişti, bir şeyler sayıklayıp duruyordu.
– Opus… mopus… pusss… pust… Mussolini… musorı… sorı… bossorı… Anlamsız şeyler çıkıyordu ağzından. Öndeki büyük dişleri birbirine kenetlenmişti. Gözleri büyüdü büyüdü kocaman oldu. Azap çekiyordu. “Kral Lear’deki monoloğu hatırlayınca kendine gelirdi. Burun kanatları kabarır, burnunun içi öfkeden kıpkırmızı kesilmiş bir halde monoloğunu sanki Londra’nın “Globa” tiyatrosunda oynuyormuş gibi söylemeye başlardı. Şimdi de öyle yapıyordu. Diğer altısı onun bu nöbetlerine alışmıştı hatta onlar için sıradan bir şeydi bu ve böyle zamanlarda olduğu gibi ne zaman sakinleşeceğini beklerlerdi.
Şimdi Lir’in monoloğunu söylemeye başladı.
Es rüzgâr, hızlı ol!Kasırga şiddetlen, kar fırtınası sızla,Hiç acıma, vur yine vur!Ayaz güçlen, soğuk yüzleri dondur,Yağmur şiddetlen, hızlan,Tüm dünyayı batır!Kilise ile han, saraylar,Su altında kal!Yorgunluk üzerine çökmüşken monoloğu da sona erdi. Bir anda cehennem işkencesinden kurtulmuş gibi yere düştü. Yerde ölü gibi yüzükoyun yatıyordu.
Tais Afinskaya:
– Aferin! Bravo! Güzel, diye alay etti.
Yerde kendinden geçmiş bir halde ara sıra sayıklayan Lir’in yanına gelip eteğini kaldırarak yellendikten sonra “Al sana gazlı parfüm!” deyip salına salına oradan uzaklaştı.
O gün gerçekten de güneş tutulması olmuştu.
Kleopatra ve Kozuçak başını İmparator’a yaslayarak oturuyorlardı. İmparator ise sonu bilinmeyen düşüncelere dalmış uzaklara yol alıyordu.
“Ne de olsa gelecekti.” sanki bunları önceden tahmin etmiş, önceden öğrenmiş gibiydi. Sanki bu cümleyi söylemek için hayatı boyunca hazırlığını yapmış gibi hissediyordu. Ne diyebilir ki? Er ya da geç hayat günün birinde sona erecekti. Bunun da zamanı gelecekti.
Yıllardır beklediği şey bu muydu? Ya da yılanın gelmesini o mu böyle anlamlandırmıştı? Anlayamıyordu. İmparator çok bıkkındı. Gözlerini bir anlığına kapattığında bile yılanı görüyordu. Yıllar önce bir falcı kadın İmparator’a: “Ölüm nedenin yılan olacak!” demişti. Bu iki çift laf kafasında takılıp kaldığı için bir yılan resmi İmparator’u hayatı boyunca rahat bırakmıyordu. Lânet olsun! Yılanın gelmesi ona ölümün kaçınılmaz olduğunu, her şeyin bir sonu olduğunu hatırlattı.
Kutsal Topraklar’ın nerede olduğunu bilmemesine rağmen İmparator’un tımarhaneden kaçmasının tek bir nedeni vardı. Kendi cesedinin bu pis kokulu deliler zindanında kalmasını istemiyordu, hoş ıssız bir yerde, hoş vahşi bir çölde. Öyle de olurdu. Ama kaçtığı tımarhanede değil. İmparator her zaman kutsal toprakların var olduğunu, orada insanların günahlarından arındığını ve sonra bu dünyadan ayrıldıkları hayallerine dalıp gidiyordu. Onun peşine düşen delilerin de tek istediklerinin saf bir ruhla ölmek olduğunu şimdi anladı. Ama kendi eceliyle ölmek isteği de vardı bunun yanında. Niçin ölümüne yılanın zehri neden olsundu ki? Tanrı neden böyle istemişti? Kaderi böyle miydi? Böyle karmaşık düşünceler İmparator’u boğuyordu.
Hayatı gözlerinin önünden hızlı bir şekilde akıp geçti. Bu düşüncelerin derinliği gittikçe acısını da derinleştiriyordu. Gene aynı sakin karanlığa, içinden çıkılması zor olan bilinmezliğe batıyordu.
Şimdi anıları sanki bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Nedense bir türlü hatırlayamadı. Nereden başladığını hatırlayamadı.
İMPARATOR
Hatırlayamadı… Hiçbir şey hatırlayamadı.
Bir yumruk kadar olan, ona sürekli acı çektiren bu beyin gerçekten İmparatorun muydu? Yoksa onu akşam birisi geldi de kafasına mı yerleştirmişti? İçini huzursuz eden düşüncelere dayanamadan kafasını cansız elleriyle tutarak aynaya doğru eğildi. Ama ateş gibi yanan gözlerinden başka bir şeyi göremedi. Karanlık bir uçurumun kenarında korkuyla duran bir kurdun gözleri gibi parlıyordu. Bu gözlerin onun olduğunu anlayınca içini bir korku sardı. Gözlerini tanıyamadı. Damarları iyice kabarmış, bembeyaz kesilmiş elleriyle aynanın üzerini kapadı. Ama ayna o kadar soğuktu ki bir buz kalıbını tuttuğunu düşündü. Bu eller de sanki ona ait değil başka bir ölünün elleri gibiydi. Ne olduğunu, kendisi de anlamıyordu. Karanlığa isyan ediyormuş gibi odaya giren cılız ışık İmparator’un ilgisini çekti. Karanlık ve gizemli bir dünyadaymış gibi hissetti kendini.
Nasıl olup da bu duruma düştüğünü hatırlayamıyordu. Uzaktan mı yoksa yakından mı geliyor belli değildi ama sanki şıp şıp diye kapanmamış bir musluktan damlayan suyun sesini duyuyordu. Biraz sonra o ses de duyulmaz oldu, ses belki de dinmemişti ama artık kulakları bu sesi duymuyordu. Odada yine mezar sessizliği hâkimdi.
Bilinmeyen bir güç İmparator’a emirler veriyordu. Bu sefer de az önce gelen sesi dinlemesini emretmişti. Beyninden gelen emirleri yapamıyordu. Artık bilinmeyen güce büsbütün boyun eğmişti.
Sanki beyninin içinde kendinden olmayan başka bir şey dolaşıyordu. Bilinmeyen güce ruhunu, var olan her şeyini teslim etmiş gibi: “Hepimiz mahvolduk.” dedi. Ölmek istemiyordu. İnsanın yalnızlıktan ölmesi mümkün değildi. Ölümle ilgili düşüncelerini kendinden uzak tutmaya çalışıyordu. Ama buradaki hava da karanlık da aklına ölümü getiriyordu. Bugün İmparator, ölümün karşısında güçsüz olduğunu anladı. Ağladı. Gözyaşlarıyla birlikte gelen yel sanki ona soru soruyordu. “Sen kimsin?” diyordu. Cevap veremeyince yine o kahrolası su damlalarının sesi gelmeye başlıyordu. Damlalar yere değil de beynine damlıyormuş gibiydi. Acı içindeydi. “Ahir zaman suyla birlikte gelecek.” dedi, gerçi dünyanın sonunun ne zaman geleceğini kendisi de bilmiyordu. “İnsanı bu kuraklıkta su öldürecek.” dedi. Bunu kimin söylediğini bilmiyor, kendisi mi yoksa içindeki o bilinmeyen güç mü? İnsanı kudretli su öldürecek, cesedini de alacak. Ya da karanlık ve yalnızlık öldürecek. Böyle bir fikir erimiş sıcak kurşun gibi durmadan beynini sarıyordu. Sudan da karanlıktan da güçlü, gönlünün yarasına dokunan yalnızlık, isteyip istemediğine bakmadan içine düşmüş bir solucan gibi canını acıtıyor, zorluk çektiriyor, dayanılmaz acılara sokarak onu öldürmeye çalışıyordu.
Bu dayanılmaz düşünceler bir rüzgâr gibi her tarafı sarmıştı. Musluktan damlayan suyun sebep olduğu hayallerle bambaşka bir dünyaya gitmişken kendine gelince damlayan suyu yeniden düşünmeye başladı. Her şeyi kudretiyle kapsamış bir ölüm gibi gelen karanlığa aydınlık da boyun eğmişti sanki. Bu dünyada yapayalnız, tek başına, öksüz kalmış gibi hissediyorken İmparator titreyerek ağlamaya başladı.
Uzun uzun ağladı. Kendi ağlamasını kendisi durduramıyordu, nihayet aynanın olduğu tarafa yöneldi, kendisini görmek istedi. İşte ayna şimdi tam karşısındaydı. İmparator hızla nefes alıp veriyordu, buz gibi olan aynanın üzeri buğulandı. Aynanın buzu erimeye başlayınca kendisini göreceği için sevindi.
Yıllardır kimseyle konuşmamıştı, belki de bu yalnızlıkta aynanın karşısında da olsa kendi kendiyle konuşmak ona iyi gelebilirdi. Yüzünü aynaya yaklaştırdı. Nefes alıp verdikçe aynanın üzeri buğulandı ve bu buğu küçük çiğ damlaları halini almaya başladı. Ama aynaya iyice bakınca içindeki umut aniden yerini üzüntüye bıraktı. Aynada “Kendimi göreceğim.” derken karanlıktan hiçbir şeyi göremedi.
İmparator’a göre dünyada bütün insanlık, bütün canlılar ölmüştü, sadece kendisi kalmıştı. Ama kendisini aynada göremeyince görme isteği daha da arttı. Tanrı bu adamı niye bu kadar acımasızca cezalandırıyor? Sessizlik uzayınca kendini ölmüş zannetti. Fakat gözlerinden akan yaşlar, ona hâlâ hayatta olduğunu hissettiriyordu. Gözlerinden akan yaş damlalarından birkaçını yere düşürmeden güçsüz ve bembeyaz kesilmiş elleriyle yakalayıp ağzına götürdü, susuzluktan içi yanıyordu. Elindeki iki damla gözyaşını aceleyle yalayıverdi. Tuzlu gözyaşları susuzluğunu daha da arttırdı. Az önce insanı su öldürecek demişti ama şu an içecek iki yudum su bile bulamıyordu. Yeniden aynanın karşısına geçip içindeki sıcak hava ile aynanın yüzünü yaladı. Aynanın yüzü yapış yapıştı, tadı gece boyu yanında kalmış çırılçıplak kadının vücudundaki teri hatırlattı ona. Rüzgâr mı getirdi onun resmini kafasına ya da kaynağı belirsiz duygular mı sebep oldu? Nedense o kadın şimdi aklına gelmişti, gelince de beynine musluktan damlayan su gibi yavaş yavaş düşünceler akmaya başlamıştı. Tam da tayin edilen hesaplanmış bir zamanda Tanrı’nın emriyle karşılaşmıştı sanki o kadınla. Tımarhaneden kaçtıktan sonra meyhanede tanışmıştı. Gece boyunca o kadınla beraber olduğu için karşılık olarak gökten gönderilmişyedi emirli Kutsal Kitabı kadına vermişti. Kutsal Sözleri insanlığa yaymak yerine bir kadınla beraber olmayı tercih etmesi yüzünden böyle cezalarla karşılaşıyordu. Belki de Kutsal Kitaba değer vermediği için hayatı boyunca kadının pis kokulu mahrem yerinde kalarak cezalandırılacaktı. Ama bu kadar kefaret de yeterli olamazdı. İmparator’a göre onu öldürecek tek şey beynine yavaşça akmaya devam eden damlalardı. Böyle bir ceza ne de olsa günün birinde yaşanacaktı. Ve o gün İmparator böyle bir karanlıktan kaçmaya karar verdi.
Hangi karanlıktan kaçmak istiyordu? Bu düşünceler aklına gelince tüyleri ürperir, vücudu titrerdi. Karanlıktayken karanlığı unutmak isterdi.
Karanlık düşüncesinden kurtulmak için yavaşça yerinden kalktı ve küçük adımlarla bir şeyini kaybetmiş kör bir adam gibi etrafını yoklamaya başladı. Dokunduğu şey de en azından duvar olsaydı iyi olurdu. Bir adım… İki adım… Hâlâ bir şey yok. Bir şey bulabilirse ölü ya da canlı olduğunun farkına varacaktı bu nedenle nasıl bir şeye dokunduğu hiç önemli değildi. Aradığı şey baktığı ayna değildi, çünkü öbür dünyanın ilk kapısı ayna olacak diye duymuştu, bu nedenle aynadan korkuyordu. Adımlar devam etti, parmaklarını kımıldatarak, ellerini önüne doğru kaldırdı ama hiçbir şey bulamayınca dünyada kimse kalmamış hissi artmaya başladı. Böyle olabilir miydi gerçekten? Bu kadar karanlıkta her şey karanlığın kendisi gibi sonsuz ve bilinmez gibiydi. Bir adım daha attı. Bu sırada şıp şıp diye az evvel duyup sonra unuttuğu damlama sesini işitti. Damlalar nereden nereye damlıyor, kimsenin çözemediği bir bilmeceydi. Ya da bu ses kalbinden mi geliyordu? Kalbinin atışıysa demek ki yaşıyordu. Bir adım… İki… Üç… Elleri bir şey buldu ve hemen vücudunu garip bir korku sardı. Dokunduğu şey elinde yanma hissi yarattı. Bu, İmparator’un yaşamda var olduğunun işaretiydi. Ruhunun bedeninden ayrıldığını düşünüyordu, yanmayı hissettiğine göre demek ki hâlâ canlıydı. Hemen elleriyle dokunduğu şeyin ne olduğunu anlamak istedi ve onun bir duvar olduğunu anladı. Ama niçin bu kadar soğuktu? O kadar soğuktu ki elleri morardı. Ama “Madem burada bir duvar var mutlaka bir kapısı da olmalı.” diye düşündü ve aramaya devam etti. Bu arayış içinde önceden sokaklarda gördüğü kör insanları hatırladı. “Meğer kör insanların hayatı her gün böyle lânet bir karanlıkta geçiyormuş.” dedi. Bir kör için hayatın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissetti. Duvarı bir defa bulmuştu nasılsa bu karanlıktan da kurtulmayı başarırım diye düşündü. Kafasındaki bu düşünce aramasını güçleştiriyordu. Hem nasıl kurtulacaktı ki, bu karanlığa nereden ve nasıl geldiğini bile bilmiyordu. Olmayacak bir zamanda bu karanlığa takılıp kalmıştı. Sadece kendisi gelebilirdi buraya bu nedenle sadece kendisi karanlıktan kurtulma yolunu bulmalıydı. Eğer bulamazsa burada ölmek kaderiydi.
Bir şeyin üzerine bastı, iyice bakınca bir kibrit kutusu olduğunun farkına vardı. Belki vardır diye küllüğün içinde kibrit aramaya başladı, küllükte değil de yere dikkatlice bakınca bir tane kibrit buldu. Bu kibrit ölüm düşüncesinden az da olsa kurtulmasına sebep oldu.
İmparator kibriti özenle çakınca nefes almayı kesti, kibritin yardımıyla karanlığın sonunu bulabilecek miydi? Nerede kaldığını, durumunun nasıl olduğunu öğrenmek istedi. Kibritten hafif bir ışık çıktı. Tam karşısında balçıkla sıvanmış bir duvar vardı. Cılız da olsa ortalığa yayılan ışıkla duvardaki “Deliler Ülkesi” yazısını okuyabildi. Bu tamlamanın tam son harfine geldiğinde kibrit sönüverdi. Yine her yer karanlığa büründü. Böyle bir ülke var mıydı? “Deliler Ülkesi” diye bir yer daha önce hiç duymamıştı. Varsa bile hatırlayamadı.
Tekrardan o hüzünlü ölüm düşünceleri beynini kemirmeye başladı. Ölüm, sadece kafasını değil, beyninin içindeki kılcal damarları bile soğuk düşüncelerle dolduruyordu. Ama bunun korkuyla ya da yalnızlıkla bir ilgisi yoktu, sadece hayatta olduğunu hatırlatıyorlardı ona.
İmparator da ölüm hakkında düşünceler aklına gelmeye başlayınca yaşadığı önemli ve ilgiye değer olayları hatırlayarak kendisini oyalamaya çalışırdı. Örneğin, tımarhaneden kaçtığı gün tanıştığı o kadın aklına gelirdi. İkisi gece boyu beraber olmuşlardı. Kadın: “Hayatımda senin gibi bir erkek görmedim.” demişti, İmparator da “Ben de senin gibi bir kadın görmedim.” demişti. Sarmaş dolaş yatakta yatarken korku basmıştı İmparatoru. Dün tımarhaneden kaçmıştı. Her yerde onu arıyor olmaları muhtemeldi. Eğer onu bulacak olurlarsa yeniden o duvarların tutsağı olacak, tekrardan yaşadığı o çileli hayata dönecekti.
Tımarhanedeki iri yarı ve bıyıklı başhekim “Sen delisin.” demişti. İmparator da kafasını bile kaldırmaya gerek duymadan “Evet, ben deliyim.” diyordu. Bunu duyan odadaki bütün hastalar yerlere yatar kahkahayla gülerdi. Böyle yerli yersiz gülmenin ne demek olduğunu bilmeden bütün oda kahkahalara boğulurdu. Ama hiç gülmeyen birisi vardı. İri yarı bedenine sanki bir etiketmiş gibi yapışan bıyığı ile tımarhanenin başhekimi. Delilerin bu dünyada çekindiği tek insandı o. Ne kadar zorlarsan zorla kendisi istese bile gülmezdi. Birisi daha vardı. Deliler ona“Evliya” diyorlardı. Gerçekten bir evliya mıydı, yoksa deliler mi onu böyle adlandırmıştı? Kimse bilmezdi. Kendisine bununla ilgili bir şey sorulduğunda:
– Ben sizin zihinlerinizi o kahredici karanlıktan kurtarıp aydınlığa ulaştırmak için varım, eğer bunu yapabilirsem bana evliya demenizde bir mahsur yok ama bu idealimi gerçekleştiremezsem dünyayı su ve yılanlar basacak, yılanlar herkesi sokacak ve öldürecek, demişti.
Ama deliler bunu önemsemez. Her zamanki gibi gülerler, taşkınlık yapar hep beraber Evliya’nın üzerine çullanıp adına ezme oyunu dedikleri bir oyun oynarlardı. Evliya buna zor dayanırdı. Eğer o iri yarı, bıyıklı başhekim olmasa bu oyunlardan birisinde öle bilirdi bile. Şimdi aklına “Evliya” gelmişti. Zihnindeki bulanıklığı dağıtmak için tane tane düşünmeye, her şeyi en berrak haliyle hatırlamaya çalıştı.
Bir gece… Çok karanlık bir geceydi. Fileyle örtülmüş sağı solu açık pencerelerden gökyüzünü ışıl ışıl kaplayan yıldızlar görünüyordu. Evliya, kaldığı küçücük odanın ortasındaki masaya doğru yaklaştı, koynundan bir kitap çıkardı. Bir mum yaktı. Mumun odaya yaydığı cılız ışığın gölgesinde içinden mırıldanarak dua etmeye başladı. Odadaki hastaların birisi hariç hepsi uyuyordu. Evliya’yı dikkatle dinledi. Yorganının altına gizlenmiş olan bu deliyi Evliya fark etmedi. Herkesin uyuduğunu düşünüyordu. Evliya’nın okuduğu duadaki cümleler deliyi çok etkiledi.
“Gerçeği ve hakikati adaletsizlikleriyle yok eden insanlara Tanrı’nın gazabı sonsuz olacak. Çünkü Tanrı’nın bildiğini onlar da biliyordu. Bu bilgiyi insanlara veren de yine Tanrı’ydı. Bu insanlar olacakları hissediyordu, olacakları biliyordu. Demek ki Tanrı’dan hiçbir şey alamazlar.” Evliya bu cümleleri okuyunca oturduğu yerde donakaldı. “Her şeye rağmen Tanrı’yı biliyorlar fakat ona dua etmiyorlar, başka düşüncelerin tutkusuna kapılıyorlar.”
Evliya’nın derin düşüncelere daldığı onun duvara yansıyan gölgesinden bile belli oluyordu. “Onların kalbini karanlık kapladı.” Kutsal kitabı okurken ağzından çıkan hava mum ışığını titretiyordu. Düşünceli bir hâlde yerinde bir müddet oturduktan sonra yeniden kitabı okumaya başladı. “Kendilerini akıllı sanıyorlardı ama akıl tutulması yaşıyorlardı. Tanrı’nın değerini ölünce çürüyecek insanların, kuşların, hayvanların kemiklerine benzettiler. Tanrı da onları koca bir karanlığın içinde bıraktı. Bu seçimi kendileri yaptılar. Onlar Tanrı’nın gerçek dediği şeyleri yalanladı, Tanrı’nın hayranı olmak yerine eşyaların önünde eğildiler ve şeytana hizmet ettiler.” Evliya derin bir nefes aldı. “Tanrımız ebediyen övülsün!” ve okumaya devam etti. “Tanrı’nın bir gün adaletle hükmedeceğini unuttular.” dedi ve ellerini yüzüne sürdü. Çok kararlı bir sesle “Tanrı’nın hükmü yapılan işlere göre verilir.” dedi ve durdu.
Deli bu sırada o anı hatırladı. Çünkü o gün Evliya’nın nasıl kaybolduğunu hiç kimse anlayamamıştı.
Gece yarısında bir şimşek çakmış şimşekle beraber ortalıkta kısa bir aydınlık olmuştu. Deli korkmuştu, hatta bağırmıştı ama bunu kimse duymamıştı. Şimşekle beraber gelen ışıkla pencerede üç meleğin süzülerek içeriye girdiğini görmüştü.
Gökyüzünden inen bir melek gördüm, beyazlar içinde buluttan bir elbisesi var gibiydi. Yüzü güneş rengindeydi, ayakları ise ateşler içinde yanıyordu. Ellerinde sayfaları açık bir kitap vardı. Melek sağ ayağını bir denize sol ayağını ise bir kara parçasına koymuştu. Sağ elini gökyüzüne kaldırdı, bu sırada sanki bir aslan kükremesini andıran kuvvetli bir ses “Hemen git, meleğin elindeki o kitabı al!” dedi. Sesin verdiği emirle meleğin yanına geldim. “Bana kitabı ver!” dedim. Melek bana “Kitabı al ve ye! Önce ağzına şekerli bir tat gelir, sonra da acı bir tat hissedeceksin. Acı olan gerçeğin tadıdır. O yüzden birçokları bu tadı sevmez. Bu kitap gerçeğin kitabıdır. Tanrı’dan gelen bir kurtuluş kitabıdır. Onu sakın saklama, çünkü kıyamet gününün gelmesine çok az zaman kaldı.” dedi ve kitabı elime verdi. Kitabı alınca aceleyle sayfalarını çevirip bakmaya başladım. Ama kitabın üzerinde ne bir cümle ne bir kelime ne de bir harf gördüm. Çünkü sayfalar bomboştu, hiçbir şey yazılı değildi.
Beyazlara bürünmüş olan üç melek Evliya’yı yerinden kaldırıp yanlarına aldılar ve gittiler. Yatağın altında gizlenen deli meleklere bakamamıştı bile. Korkusundan gözlerini kapatmıştı, az kalsın bağıracaktı. O anda Evliya odada uyuyan herkesin tek tek alnından öptü, korkarak yatan deliyi ise yüzünden öptü. Giderken de hüngür hüngür ağladı. Neden ağlamış olabilir ki? Onlara acıdığı için mi ya da geri dönüşü olmayan bir yere gidiyordu, belki de bu yüzden. Gözyaşlarına boğulmuştu ve bunun nedenini olup biteni gören deli değil kendisi de anlamamıştı. Evliya’nın son sözünü de yine bu deli işitmişti: “Yakında yeniden geleceğim. Bu kitap, içindeki kelimeler ve cümleler ne kadar huzur verici!” Elinde açık vaziyette duran kitabı öptü. Ama bu sözleri kime söylediği belli değildi. Odada uyuyan delilere mi ya da bu küçük odanın duvarlarına mı belki de korkarak yorganın altında saklanan deliyeydi. Bunu asla öğrenemediler.
Evliya gitmeden önce kitabı kucağına almış (şimdi her şeyi hatırlıyordu) ve korkusundan zangır zangır titreyerek yorganın altında saklanan delinin yastığının altına koymuştu. Bunu sadece kendisi görmüştü. Sonra yastığın altından kitabı aldı. O gün Evliya kayboldu.
Kitabın altın harflerle yazılı olan cildini gördüğünde bunun gökyüzünden gelen özel bir şey olduğunu anlamıştı. Bu kitap sadece kendisine aitti. Herkesten saklıyordu. Bu yüzden de kitabı okumaya bir türlü fırsat bulamıyordu. Eğer o bıyıklı başhekime yakalanırsa Evliya gibi kaybolup gideceğini düşünüyor, bu düşünce beynini kemiren bir kurt gibi bir an olsun aklından çıkmıyordu. Bu yüzden ondan çok korkuyordu. Neredeyse aklını kaybedecekti.