- -
- 100%
- +
Tımarhaneye getirildiği ilk günlerde mutlaka kaçacağını düşünüyordu. Deliler ülkesine geldiğini ve buradaki düzenin insanı öldürebileceğini daha ilk gün anlamıştı. Buna kızıyordu. Deli dediğin delidir, onlar için düzene ne gerek vardı ki? Deliler o bıyıklı başhekimin gölgesinden bile korkar, onu gördüklerinde hayatlarının son dakikasını yaşıyor gibi bir hisse kapılırlardı. Bıyıklı“Eğer burada düzen olmaz ise hepinizi mahvederim, hiçbiriniz buradan diri çıkamazsınız.” demişti. Eğer Evliya’nın bıraktığı kitabı görürlerse ne olacaktı? İşin doğrusu insanlığın yok olacağı gün o gün olacaktı. O bıyıklı, kitap okumayı da yasaklamış, eğer birisi kitap okurken yakalanırsa cezasının ölüm olacağını çok açık söylemişti.
Ölümden korkuyordu ve ölümden korktuğu için şimdiye kadar o kitabın bir sayfasını bile okuyamadığını anladı. Bir taraftan da ne zaman öleceğini biliyordu zaten. Pazarın karşısındaki falcı kadın “Sen daha çok yaşayacaksın ama kendi ecelinle değil bir yılanın sokmasıyla zehirlenecek ve öleceksin.” demişti. Bunları duyunca elini hemen geri çekmiş bu olayın üzerinden yıllar geçmişti. Ama bir türlü unutamıyordu. Şu anda da kadının söyledikleri aklına geliyordu.
Bu karanlık odada yalnız değildi. Köşede kıvrım kıvrım olmuş bir karayılan uyku içinde yatıyordu. Ne zaman uyanacağı ise meçhuldü. Evliya’nın söyledikleri geldi aklına: “Yılan uyanınca ahir zaman gelecek, onu uyandırmamaya çalışın.” Bu yüzden yılanın bulunduğu tarafa bakmaya korkuyordu. Korkuyla yılanın gözlerinin açılacağı zamanı bekliyor bir an önce buradan kaçıp kurtulmak istiyordu.
Karanlıkta uyuyan yılanın uyandığında yerinden bir ok gibi fırlayarak dişlerini batıracağını düşündü, o anda falcı kadının “Seni bir yılan sokarak öldürecek.” sözlerinin gerçek olduğunu anlıyor, hayatının sonuna kadar bu korkuyla yaşayacağını biliyordu. Bu karanlıktan bir an önce kaçmalıydı. Önce bu karanlığın, odanın, yılanın… Hepsinin de bir rüya olduğunu düşünmüştü, aslında rüya olmasını istiyordu ama bu bir rüya değildi. Kendini çimdikleyip aynaya bir kez daha baktığında yaşadıklarının gerçek olduğundan bir kez daha emin oldu.
Bugün de kendi odasında uyuduğunu düşünmüş, uyandığı bu karanlığın her zamanki gibi kalkıp odadan dışarıya çıktığında peşini bırakacağını zannetmişti ama ne kadar ararsa arasın bir türlü kapıyı bulamıyordu.
Bu karanlık gecede, ölümün sessizliği içinde tımarhanede olduğunu hatırladı ama burası tımarhaneye bile benzemiyordu. Karanlığın tutsağı olan kapısız duvarlar, neden ve kim tarafından konulduğu belli olmayan bir ayna ve odanın köşesinde büzülüp kirpi gibi uyuyan kara bir yılan. Belki de bu yılandan korktuğu için bir olay hatırladı.
Bir zamanlar gerçekten bir imparatordu. Kesik kesik de olsa hatırlıyordu. “İmparator olmak ister misin?” diye kimse ona sormamıştı ama belki de sormuşlardı. Hatırlamıyordu. Hatırladığı şeyler vardı. Kendisini imparator olarak hissettiğini, taç takma töreni bile yapıldığını.
“Ben büyük İmparatorum.” demişti. Bütün saray erkânı da İmparator’un karşısında yerlere kadar eğilmişti. Her söylediğini yıllık biyografisine yazdırıyordu, abartılı ve uzun vaatlerde bulunmuştu. Dünyanın tam ortasındaki kutsal topraklara bütün halkını götüreceğine söz vermiş, onları bütün günahlarından arındıracağını vaat etmişti.Af dileyen herkesi affediyordu.
Taç giyme töreninde yerli kuyumcuların altın ve değişik değişik kıymetli taşlardan yaptıkları taç kafasına dar gelmiş, zorla kafasına giydirilen taç onu çok rahatsız ettiği halde çıkmıştı milletinin karşısına. Taç kafasını yaralamıştı ama o törenin sonuna kadar dayanmıştı. Karşısında yerlere kadar eğilen adamlara cenneti vaat etmişti.
Milletinin “İmparatorum çok yaşa!” diye bağırmasını, yeri göğü inleten alkışlarını… Dün gibi hatırlıyordu. Ama taç kafasına yapışıp kalmıştı. Etiyle birleşmiş ve kimse onu çıkaramamıştı. Bu taçla uyuyordu, geziyordu, konuşuyordu, şarap içiyordu, eğleniyordu ve metresleriyle zaman geçiriyordu. Tacı kafasındayken baş ağrısı denilen şeyin ne olduğunu da unutmuştu. Gerçekten unutmuştu ya da baş ağrısını hatırlamaya mecali kalmamıştı.
Kendini Tanrı’yla denk görmeye başlamıştı. Hatta Tanrı sözünü unutmuştu. Peygamber kudretine eriştiğini hissediyordu. Kim olduğunu unutmuş gibi bir hali vardı.
Direniş göstermesine rağmen hasta bakıcılar el ve ayaklarından yatağa bağlayıp sağ elinin atardamarından iğneyi soktular. Az evvel kendini imparator zanneden adam şimdi tımarhanede avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Alçaklar! Siyasî fahişeler! Bürokratlar! Tam bir boksunuz! Tanrı’yı tanımaz hainler! Gâvurlar! Bu bir hainliktir! Siz Tanrı’yı inkâr ettiniz! Beni de affı olmayan günaha soktunuz. Yaradan’a değil Yaradan’ın yarattıklarına taptınız, kutsal diye taptınız. Haaayır… Hayır!
Hayır dedim! Bana iğne vurmayın! Tanrı’yı tanımazlar, hainler! Vurmayın! Sonra başı kesilmiş kurbanlık koyun gibi sesi kesildi ve ağzında beyaz köpükler birikti. Fısıldayarak yalvarıyordu.
Bu yüce düşünceleri onu yormuştu. Uykuya daldı. Tacı beynine yerleşen inatçı bir mikrop gibi kafa derisine kaynamıştı. Rüyasında uzaklardaki kutsal toprakları, sıcak çölleri, Ölü Deniz’in mavi sularını uzaktan izliyordu. Sadece hayallerde ya da rüyada değil gerçek hayatta da keşke oraya gidebilseydim diye güzel düşüncelere daldı. Şu an kutsal topraklara doğru yürüyordu, hamamda yıkandıktan sonra bedenini sarıp sarmalayan kirlerden temizlendiği gibi bedenine yapışan günahlardan kurtulup kendini tüy kadar hafiflemiş hissederek hayal âleminde yüzüyordu. Çöldeki develer gibi ayaklarını sürükleye sürükleye yürüyordu.
İmparator yavaşça uyandı. Bitkin bir halde ihtiyarlıktan kırışmış elleriyle yatağından kalkarak odayı aydınlatan ızgaralı pencereye yaklaştı.
Dışarısı hayli kalabalıktı. Arka kısmında sarı haç işareti olan cankurtaranın motor sesi geliyordu. Siyah önlüklü iki hasta bakıcı ambulansın arka kapısını açıp ellerine aldıkları bir sedyeyle İmparator’un penceresinin tam karşısında olan morga girdiler. İçinden “Birisi daha ölmüş.” diye geçiren İmparator morgun kapısından gözlerini ayırmadı. Kozuçak ve Lir morgun önünde bekliyorlardı. İğneden sonra çok bitkin hissetmesine rağmen İmparator da kendini dışarıya attı. Birdenbire Kozuçak belirdi, heyecan ve panik içindeydi. Kekeleyerek yarım yamalak konuşuyordu.
– İmparator, İmparator! Evliya ölmüş, dedi.
İmparator’un vücudunu bir anda ter bastı. O gece Evliya’yı rüyasında görmüştü. El sarması sigarasını içen Lir “İğnenin etkisinden dolayı kalbi durmuş.” dedi. Sigarasından koca bir nefes çekti. Zayıf ciğerlerini tutan öksürüğe aldırmadan “Şimdi çıkacaklar, vedalaşalım.” diye ekledi. Nedense o anda Kozuçak’ın gözleri yaşardı. “Ağlama, meğerse o da bizim gibi bir deliymiş. Deli başka bir deli için ağlamaz. Sen de mi onun bir evliya olduğuna inanmıştın?” dedi Lir. Sigarasından bir nefes daha çekti. “Sakallının olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derlemiş.” diyerek yere tükürdü.
O sırada morga giren hasta bakıcılar ellerindeki sedyeyle telaşlı bir şekilde dışarı çıktılar.
– Kahretsin, nereye kayboldu bu? Az evvel burada yatıyordu. Ölmüştü ve yatıyordu, dedi gözlüklü hasta bakıcı.
Bunu duyan Lir, Kozuçak ve İmparator donakaldılar. Üçü de koşarak morga girdiklerinde cesetlerin sarıldığı beyaz çarşafın yerde atılı olduğunu gördüler. Tahta sedyenin üzerinde üstünde “Evliya” yazılı bir alüminyum parça gördüler. Burada her delinin boynunda böyle bir levha bulunurdu.
Bu arada tımarhanede kulakları yırtarcasına tehlike sireni çalmaya başladı.
Delilerin hepsi tımarhanenin tam ortasında bulunan meydana gidiyordu. Sirenin sesini duyar duymaz bütün deliler toplandı. Meydana önce İmparator, Kozuçak, Lir, arkasından da Cengiz Han, Büyük İskender, sonra da peş peşe Freud, Mussolini, Hitler, Ezop, Epikür, Picasso, Kant, Tais Afinskaya, Sophia Loren, Kleopatra, Charlie Chaplin, Vincent van Gogh ve diğerleri gelmeye başladı. Bu adlar onların tımarhanedeki ikinci adlarıydı. Tımarhanenin başhekimi meydandakilere duyuru yaptı:
– Bugünden itibaren olağanüstü yönetim usulleri uygulanacaktır. Buna karşı çıkana da devamlı bir şekilde iğne yapılacaktır.
“Tımarhanedeki bütün kitapların yakılmasını emrettim!” diye başhekim öfkeyle bağırıyordu. “Duydunuz mu?”
“Duyduk, sayın başhekimim!” diye hep bir ağızdan deliler cevap verdi.
Burada kural böyle. Sadece böyle cevap veriliyor.
Dün tımarhanedeki kitaplar yakıldı. İmparator yakılan kitapların külünün içinden yanmamış birkaç sayfa buldu. Kutsal kitabın kapağı ve bir sayfasıydı buldukları. O sayfada “Tanrı’nın geleceği gün…” yazıyordu.
İmparator külün içinden bulduğu kitabı başka birisi görmesin diye koynuna sakladı.
Kitabı sakladıktan sonra kimseye belli etmeden küçük odasına gelirken o kitabın kapağından vücuduna geçen sıcaklığı hissetti. Külün içinden çıkarılan kitap hâlâ sıcaktı. İmparator, kitabı yatağının altına sakladı. Kitabı orada kimse bulamayacaktı. Yanmamış kâğıdı ise o gece okuyup bitirmeye karar verdi. Bu fikir onu heyecanlandırdı. İmparator Kutsal Kitabı kaldırıp alnına değdirdi ve bütün benliği ile öptü. Burnuna kül kokusu geldi, dudaklarını kitabın kapağına değdirdiği zaman ekşi bir kül tadı hissetti. Kitabı eski bir paçavra ile iki üç defa sardı ve yatağının altına sakladı.
Evliya’nın kaybolması İmparator’un derin düşüncelere dalmasına sebep oluyordu. O, şimdi Evliya’nın nasıl bir insan olduğunu anlamaya çalışıyordu. O da kendisi gibi buraya deli teşhisi konulup getirilen bir biçare mi yoksa kerametli Evliya sadece boş gezen serserinin teki miydi? Bunun gibi endişelerin, iki derin düşüncenin ortasında kalakalmıştı. O anda İmparator’un aklına kötü bir fikir geldi. Bu acımasız dünyayı terk edip kimsenin bulamayacağı yerlere gidip kaybolmak istedi.
İmparator bu gece de uyuyamadı.
Uzun süre uyumadı.
Küçük odada sağa sola yürüdü ama kafasını esir alan düşüncelerden kurtulamıyordu. Aklında çelik gibi çakılmış bir şüphe vardı. Hiç yetmezmiş gibi Evliya’nın yel gibi kaybolması, bu dünyayı terk etmesi zaten yıpranmış canını kurt gibi yiyordu.
– Ey, lânetli gün! Dünyada insan sayısı 6 milyar… 6 yüz 6 milyon… 6 yüz bin… Altmışaltıya geldiği zaman kara şeytan uykusundan uyanacak ve ahir zaman başlayacak. İnsanlar ölü doğmaya başlayacak. Onların içindeki şeytani duyguları ayağa kalkacak ve bu dünyayı şeytanın eline vereceğiz! Uyan!
Sol kulağının içinde yankılandı.
Yankılanan söz kulak zarını yırtarcasına dokundu. İmparator bir türlü peşini bırakmayan bu kelimeden kurtulmanın çaresini bulmaya çalışıyordu. Bugüne kadar “Yaradan’ın kullarıyız, bedenimiz de nefesimiz de canımız da hepsi Tanrı’dan!” diyen İmparator, bugüne kadar var olan bütün düşüncelerine karşı çıktı ve kendi fikirlerinde kararlıydı. Bu eziyetli hayatı nasip eden de o Tanrı. Kaderine yazılmış çileli günler başlayalı, o kendini Tanrı’nın rahmetinden, sevgisinden, nurundan mahrum kalmış kullardan hissediyordu. Tanrı’nın sevgisinden mahrum kalan insan, hayatı boyunca zorluk çekerek yaşar, yalnızlığa mahkûm edilirmiş. İmparator, son zamanlardaki endişelerinden dolayı intihar etmeyi düşündü.
İmparator aslında tımarhaneye daha ilk geldiği gün intihar etmeye karar vermişti. Bu dar odanın neresine kendini asabileceğini düşünürken gözlerine camdaki demir ızgara çarpmıştı. Hayatı camdaki o demir ızgarada sona erecekmiş gibi gelirdi ona. Şu an yine camdaki o demir ızgaraya kemerini bağladı. Boynuna astı. Ondan sonrasını yapamıyordu, titriyordu. Çünkü ölümden korkuyordu. İmparator kendi kendine “Bu dünyayı böylece terk edecek miyim?” diye sordu. Kendi canını kendi elleri ile ölüme teslim eden, başka çıkış yok deyip onun eline kendini vereceğim, teslim olacağım diyen İmparator’un karışık dünyasında böyle bir zıtlık ortaya çıktı. Kendimi öldüreceğim derken hayatın tatlılığını hissetti. Burada, normal bir insanın dayanamayacağı kadar zor bir hayattan iyice bunalmıştı. Belki de bu yüzden Tanrı’nın nasip ettiği kaderle de çektiği zorluklarla da boşu boşuna karşılaşmadığını düşündü.
Ölümden bu kez vazgeçse bile kafasını yoran dünkü düşünceler yine canını sıkıyor. Zorlanıyordu. En son iğne aldığında dayanılmaz bir ağrı hissetmişti ve “Benden bu kadar, ölmeye hazırım.” diye kendi kendine söz de vermişti. Şimdi ise canının, hayatının, ömrünün tatlılığını hissediyordu. Ama yine de giderek intihar etmek istediğinden emin olmaya başlamıştı. Kemerini demir ızgaraya sıkı sıkıya bağladı, ayağının altına küçük taburesini koydu, “Göz açıp kapayıncaya kadar hemen öteki dünyaya gitmek en iyisi!” dedi sonunda. Başka çaresi de yokmuş gibi geliyordu ona.
Kemeri boynuna taktıktan sonra ilmeğini çamaşır sabunu ile iyice ovdu. Bir yerlerden okumuştu. Sabunlu ilmek canın bedenden ayrılmasında kolaylık sağlarmış.
Halkayı tutarken korkudan elleri titriyordu. Kemeri hafifçe çektiğinde nefesi kesilmeye başladı. Hemen yukarı çekilmemesi için halkayı elleriyle tutarak biraz bekledi. Sessizce Tanrı’ya yalvarıyor, tövbe ediyordu. Ben senin kulunum diye tekrarlayarak yalvarıyordu. Gözlerinden sıcacık yaşlar akıyordu. Günahlarını affetmesini diliyordu. Bunaldığı zamanlarda Tanrı’ya yaptığı isyankâr davranışlar için pişmanlık duyuyordu. O dakikadan sonra kendini yaratıcısının ellerine bıraktı. “Bugün için razıyım.” dedi ve ayaklarının altındaki tabureyi itiverdi. Kemer boğazını iyice sıkmıştı. Ama İmparator’un ağırlığını kaldıramayıp tam ortasından koptu.
İmparator küçük odanın ortasına düştü. Bir süre kıpırdamadan yattı. Yatağın altında o yanmamış kutsal kitabın kapağını, onun içindeki son kâğıdı gördü. Kutsal kitabı sımsıkı tuttu, iki üç defa öptü ve dayanamayıp ağladı. Sonra ölmemesinin sebebinin kopan kemer değil Yaradan’ın emri olduğunu düşündü. Kitabın bütün kâğıtları yanmış ama sadece bu kâğıt yanmamıştı. O kâğıdı okudu. “Tanrı’nın geleceği gün…”Ölmek için kemeri boynuna astığında ölmemesinin de nedeni bu muydu? O Kutsal Kitapta yanmamış bu sayfayı bulmuştu.
Dün gece ona Evliya emanetini söylemişti: “Tanrı’nın geleceği güne az kaldı. İnsanlar yaptıkları günahlardan temizlensin, yoksa kıyamet kopacak.” İmparator onun dediklerini hatırladı. Aklına bir fikir geldi, ne yapıp edip buradan kurtulabilir, Kutsal Toprakları yalın ayak yürüyerek olsa da bulup Tanrı’dan af dileyerek günahlarından arınabilirdi. Bu fikir ona bir umut verdi. Bu fikre tamamen kendini kaptırdı. Kendi kendine söz verdi. Yalnız kendisi için af dilemeyecekti, bu uzun yolculuğa Kozuçak, Büyük İskender, Cengiz Han, Lir ve tercüman olarak kendisini iyi tanıyan Tais Afinskaya ile birlikte tımarhaneden kaçacak ve Kutsal Topraklar’a varacaklardı.
Ertesi gün İmparator hepsiyle gizlice konuştu. Güneş doğmadan kaçacaklardı. Kozuçak tımarhanedeki Kleopatra adlı genç kızı da alalım diye tutturdu. Bu fikri İmparator zar zor kabul etti. Sonra, Tais Afinskaya’ya arkadaşlık edeceği düşüncesiyle Kozuçak’ın teklifini istemeden de olsa kabul etti.
Güneş doğmadan yedi kişi tımarhaneden kaçtı. Beş erkek… İki kadın…
YEDİ KİŞİ
Sabahın ilk ışıkları çölün tam ortasında ölü gibi uyuyanları tek tek uyandırıyordu. İlk önce uykusu hafif olan Cengiz Han uyandı. Uyandı ve tatlı uykudan sonra zar zor açılan gözleri bir anda yerinden çıkacak gibi oldu. Çok şaşırmıştı, apar topar yerinden kalktı. Karşısında kurumuş ağaç gibi bir ihtiyar duruyordu. Başındaki beyaz örtüyü hafif bir sabah rüzgârı sallıyor, sakalı göbeğine kadar uzanıyor, yüzüne iyice batmış, çekik gözleri sürekli kapanıp açılıyor, bu yaşlı adamın uzun gölgesi Cengiz Han’ın yanına düşüyordu.
Sabah uykusundan bir ürpertiyle uyanan Cengiz Han gözlerini açar açmaz bu adamın gölgesini görmüştü. İlk panikle gizemli ihtiyarın tek ayağının üstünde durduğunu fark etmedi. Ancak uykusundan tam olarak uyandığında hayretle bunu fark etti, gerçekten de bu ihtiyar bir ayağının üstünde karşısında duruyordu, ikinci ayağı ise bükülüydü. Cengiz Han bu adam doğuştan mı böyle diye şaşırdı. İnanılmaz sıcak olan çölde ağaç gibi kupkuru kalmış zayıf bir insanın karşısında öylece dikiliyor olması onu korkutmuştu. Ellerindeki damarları şişmiş, net görünüyordu, kuma gömülmüş tek ayağı kumun sıcaklığına çoktan alışmış gibiydi. Gece boyu yürüdükleri için çok yorulmuş halde burada uyuyakalmışlardı. Onun için bu adamın varlığına dikkat edememiş, her tarafa dağılarak uyumuşlardı. Diğer altısından ihtiyara daha yakın bir yerde geceleyen Cengiz Han bile bu adamı fark etmemişti. Eğer birisi görecek olsaydı bunu ilk Cengiz Han görmeliydi. Çünkü gizemli ihtiyar ona çok yakın bir yerdeydi. Tek ayağının üzerinde çivi gibi dimdik duran bu adamın varlığından bile şüphe duymayan Cengiz Han korku içinde uyanmıştı. Gizemli adama ürkmüş gözlerle bakıyordu. Onu görür görmez hemen solunda yanı başında yatan İmparator’u eliyle dürterek uyandırdı. İmparator da koskoca çölün ortasında aniden beliren adamı görünce şaşırıverdi. Bin yıllık kurumuş ağaca benzeyen adam herkesi hem şaşırtmış hem de tedirgin etmişti.
İmparator ve Cengiz Han şaşkınlık ve tedirginlikle ihtiyara doğru yaklaştılar. Diğerleri seslerini çıkarmadan yerlerinde kaldılar. İmparator kurumuş ağaca benzeyen adamın yanına geldi. Önce bir şey diyecek mi diye gözlerine baktı. Ondan bir ses bekliyor gibiydi. Cengiz Han da gözlerini alamadan ona bakıyordu. Yanlarına Büyük İskender de geldi, morali bozuldu. Her tarafı çöl olan yerde değil insan, hayvan için bile çok tehlikeli olan bir yerde yerinden hiç kıpırdamayan ihtiyarın karşılarına çıkması yedi yolcuyu tuhaf tuhaf düşünmeye mecbur etti. Bugün onlar bu uçsuz bucaksız çölde ilk kez insanla karşılaşıyorlardı. Bu adamla karşılaşmaları onlara sonsuz gelen bu çölden kurtulmak için bir umut verdi. Çünkü bu tek ayağıyla yere çakılmış gibi duran ihtiyar buralarda, yakın bir yerdeki köyden gelmiş olabilir diye düşündüler. Yedi yolcu da bu adamla ilgili yedi farklı düşünce içine daldı.
– İyi yolculuklar yolcu, diyerek İmparator sessizliği böldü.
– Yolculuk nereye?
İhtiyar, İmparator’a cevap vermedi.
Herkes daha da şaşırmış ihtiyara bakıyordu.
– Hey, bu adam dilsiz galiba, diyerek Tais Afinskaya ona yaklaştı. Kozuçak bir taraftan ihtiyarın yüzüne bakıyor diğer taraftan da mırıldanıyordu: “Belki de sağırdır!”
– İnsan kılığına girmiş şeytan olmasın bu? Lir sesi titreyerek konuyu değiştirdi.
– “Ama niye bir ayağının üstünde duruyor? Belki, yoga yapan birisidir.” diye Kleopatra, ihtiyara gülümseyerek baktı. “Onlar da meditasyon yaparken bir ayağının üstünde dururlar.”
– Çölde… Yapayalnız… Hangi aptal yoga yapacak ki, dedi Büyük İskender.
– Bu, çölün sahibi değil mi, diye sordu Büyük İskender.
– Kahrolası, hangi dilde konuşuyor acaba? Tais Afinskaya ihtiyara gözlerini dikti. “Gözleri canlı. Bu bizim dilde değil başka bir dilde konuşan birisi galiba. İngilizce biliyor musun? Arapça konuşabiliyor musun?” diye ihtiyara sorular sordu Tais Afinskaya. İhtiyar seslenmedi.
– Ya, bu Hz. Musa’yı takip eden Yahudilerden biri olmasın sakın? Hi hi hi…
– Tais Afinskaya iğrenç bir şekilde yersizce güldü.
İhtiyar kıpırdamadan, gözünü bile kırpmadan bakıyordu. Onun ölmediği gözlerinden belliydi.
– Bu lânet olası, tımarhaneden bizden önce kaçmış olmasın? Yüzü yabancı değil, dedi Lir. “Elinde bir yazı var!”
İhtiyarın elinde gerçekten de küçücük bir deri parçası ve üzerinde esrarengiz bir yazı vardı.
– Bu kime benziyor? Tais Afinskaya diğerlerine soru soran gözlerle baktı. Hintliye mi, Yunanlıya mı, Moğola mı, Kırgıza mı?
– Bedeviye, dedi Cengiz Han.
– Yahudiye, dedi Lir.
– Yunanlıya, dedi Büyük İskender.
– Zenci diyemezsin, siyah değil. Fransız diyemezsin, beyaz değil. Çekik gözlü ama Japona da benzemiyor, bu kim, diye şaşırdı Kozuçak?
– İnsana… İnsana benzemiyor mu, dedi Kleopatra.
– Kimse ona maymun ya da timsah demiyor, dedi Cengiz Han. Ama bu lânet olası hangi dilde konuşuyor? Hiç olmazsa Kutsal Topraklara nasıl gideceğimizi söyleseydi.
İmparator ihtiyarın yanına geldi ve güneşten iyice kararmış yüzüne, küçücük ama canlı gözüne baktı. İhtiyarın üstündeki beyaz ipekten yapılmış gömleği dokunlduğu an yırtılacak gibi güneşte iyice sararmıştı. İmparator tek ayağı üzerinde duran ihtiyarın küçük deri parçasına yazılmış sözlerini okumaya başladı.
– Ben… İsmim Devani Burhu1, diye İmparator zar zor sepilenmiş derideki yazıyı soldan sağa okumaya başladı.
– Devani Burhu… Büyük İskender şaşırmış halde tekrarladı. “Dilenci mi? Kutsal derviş mi? Kalender mi?”
– Ben Yaradana isyan ediyorum. Kırk senedir bu ıssız çölde tek ayağımın üzerinde duruyorum.
İmparator sepilenmiş derideki yazıyı yüksek sesle okuyordu. “Tanrı bizi sevgisinden, nezaketinden, hürmetinden yaratmış. Biz Tanrı’nın kullarıyız. Ey Tanrım, insanları kendi sevginden yarattıysan niye insanlar için cehennemi yarattın? Ben insanların cehenneme atılmasına karşıyım. İnsan Tanrı’nın sadece kulu değil, sevgisi de. Öyleyse sadece cennetin bahçesinde yaşamaya, oradan zevk almaya layık. Nâdânları affet diye Tanrı’ya yalvarmıştım. Nâdânlar ise kendileri beni linç linç etti ve türlü türlü eziyetler çektirdiler. Beni bu çöle getirdiler ve bir başıma bıraktılar. Ben onları bana reva gördükleri acılar için suçlamıyorum, suç onlarda değil. Tanrı insanları yarattı ama neden kötü huylarıyla, ikiyüzlülüğüyle yarattı? İnsanlar suçlu değil, günahlarıyla yaratan Tanrı suçlu. Ben yolunuzu kestim çünkü gittiğiniz bu yolun sonu hayır değil. Cehennem. Cehenneme giden yolu kestim.” diye son kelimeyi okuduktan sonra İmparator şaşkın halde donakaldı.
İhtiyar çekik gözleriyle sinirlendiğini belli etti ama yerinden kıpırdamadı bile.
– Tanrı’ya isyan ediyorum diyor, dedi gözlerini büyüterek Cengiz Han. “Tanrı’nın sevdiğine Tanrı’nın kahrına kalan kaşınır.”
– Cehenneme giden yolu kestim diyor, dedi Büyük İskender. “Bak sen! Kim bu?”
– Nâdânları affet diye Tanrı’ya dua ettim. Ama onlar beni linç ettiler, dediğini söyledi Kozuçak. “Öyle yapmayıp da ne yapsınlar? Tanrı’nın dostu muydun sen? Tanrı’yı ancak bir dinsiz eleştirir ya da aklını kaçıran bunun gibi zavallı bir ihtiyar.”
– Zavallı… Yüzünden kaderinin çileli olduğu, gözlerinden çektiği acı belli zaten! Leş kargaları gibi niye ona saldırıyorsunuz, dedi bu duruma sinirlenen Kleopatra. Bu ihtiyara içten içe acımaya başlamıştı:
– Saldırdıkça saldırıyorsunuz!
Üstten bakıyor, küçümsüyorsunuz…
Gözlerini bile doğru düzgün açamıyor, görmüyor musunuz?
Baksanıza…
“Peygamberden aşağı görmezler kendilerini, diyor zavallı Rumi…” dedi Tais Afinskaya ve ekledi “Rumi’nin kim olduğunu biliyor musun?” Her zamanki gibi alay ediyordu.
– Ruble mi dedin, diye sordu Cengiz Han anlamsız gözlerle.
– Bu Rubleden başka bir şey bilmiyor zaten, dedi kibirli İskender.
– Yani… Yani… Rublenin burada ne işi var ki? Tais Afinskaya kaşlarını çattı.
– Bu, Tanrı’ya isyan ettim diyor! Tanrı’ya kim isyan edebilir? Cin, şeytan! Bu cin, şeytan değil mi? Bir de baksanıza sol ayağının üstünde duruyor? Sadece şeytanlar sol eliyle yemek yeyip sol ayağının üstünde dururlar.
– Belki taşlarız? O zaman… Kozuçak çocuk gibi heveslendi: “Ya şeytansa…”
– Bırak! İmparator ihtiyara taş atmak için sabırsazlanan Kozuçak’a bağırdı: “Saçma sapan konuşma!”
Gerçekten de ihtiyar sol ayağının üstünde duruyordu. Bu onları daha da korkuttu.
– Cehenneme giden yolu kesiyorum mu diyor? “Biz cehenneme mi gidiyoruz, İmparator?” dedi ellerini kalçalarına dayayarak Tais Afinskaya iğrenç ve yüksek bir sesle. Aynı papağanın kanatlarıyla yürüyen karga gibi konuşmaya başladı: “Nerede? Nerede, güzel kokan orkideler, selviler, palmiyeler, Suriye gülleri, incir, üzüm, şeftali, badem çiçekleri? Mavi sahiller, değerli taşlar, iyiler için yapılan cennet bahçesi? Her tarafımız çöl, başka bir şey de yok! Nereye gidersen git kum! Kum! Cehennem diyor. Cehenneme gitmek istemiyorum ben!”
– Ben de istemiyorum! diye Lir de delirmiş gibi bağırdı. “Ben cehennemden korkarım.”
– Aaa! Kleopatra korkudan bağırdı. Lir’in ayaklarının altında kuyruğuna basılmış, başını kaldırıp ısırmaya hazırlanan yılanı gördü. Korktu. Hiçbir şeyi fark etmeden ihtiyara bakan altısı, artık Lir’in yılana basmış ayaklarına bakıyordu. “Bakın, yılan! Kaldır ayaklarını! Sokacak!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı Kleopatra.
Lir sağ ayağını kaldırdığı zaman yavaşça dalgalanarak taş gibi duran ihtiyarın çıplak sol ayağına sarılmaya başladı yılan. Herkesi titreme sardı. Ağızlarında bir şey varmış gibi bu sefer sesleri çıkmadı, sadece yılanın yaptıklarını seyretmekten başka bir şey yapamadılar. Yılan küçücük başını kaldırıp tıslayarak ihtiyarın kuma çakılmış gibi duran sol ayağından yukarı tırmanıyordu. İhtiyarın dizlerinden geçti, kocaman uyluklarına yapıştı. İhtiyarın kurumuş ağaca benzeyen vücudunda istediği gibi hareket ederek yukarı çıkıyordu. Sanki bu yılanı kırk senedir görüyor ve her gün aynı şeyi yapıyormuşçasına ihtiyarda hiçbir değişiklik olmadı. Tam tersine ihtiyar çakılmış kazık gibi dimdik duruyordu. Yılan ihtiyarın tenine yapışmış, kuyruğuyla hareket ederek ihtiyarın buruşuk boynuna kadar geldi ve iki defa dolandı. Kafasını kaldırıp ihtiyarın çekik gözlerine dikti gözlerini. Ortalıkta ölüm sessizliği vardı. Dili ile oynayan yılan şimdi dilini dişlerinin arkasına sakladı. İhtiyarla uzun zaman derin derin bakıştılar. Bu manzaradan sonra İmparator’un bütün vücudunu sıcaklık sardı, alnından ter aktı, vücudunda bir şeyler yürüyormuş gibiydi. İmparator yılandan ayrıca korkardı ama korktuğunu belli etmiyordu. İhtiyarın tenindeki yılan İmparator’un peşini bırakmadan takip eden yılan değildi. Bu yılan farklıydı, uzundu, daha da korkunç daha da gizemliydi. İhtiyarla yılan göz göze bakışarak sessiz, kelimesiz konuşuyor gibi geldi onlara. İhtiyar yılanı yılan da ihtiyarı anlıyordu sanki. İkisinin arasındaki sessizlik uzun sürdü. Lir’in yılanın kuyruğuna bastığı ayakları elektrik çarpmışçasına hâlâ titriyordu. O, ihtiyarın gözlerine gözünü dikip bakan zavallı adamın haline değil de kendi titremesinden korkuyordu. Ne zaman yılan ihtiyarın yüzünü ısıracak diye dehşetle olan biteni izliyorlardı. İhtiyar kuru ağzını anlamsızca kıpırdatarak yılana bir şeyler söylüyor gibiydi. Yılan hazırlandı, hemen şimdi ihtiyarı ısıracak gibi vücudunu kastı ve kafasını kartalın kafasına benzeterek yavaşça bir sağa bir sola hareket ettirerek sıkıca sardığı bedeni yavaş yavaş bıraktı, nasıl yukarı çıktıysa aynı öyle aşağıya, ihtiyarın vücudundan kayarak inmeye başladı. Bunu görünce herkes rahatladı. Yılan, ihtiyarın ayaklarından vücudunu kuma bıraktı ve hızlıca, kumun üzerinde arkasından iz bırakarak ilerlemeye başladı. Yılanın güneşe yansıyan yağlı teni göz kamaştıracak kadar güzel görünüyordu. Yılanın yerlerinde dikilmiş kalmış yedisinin hangisinin yanından geçeceğini merak ediyorlardı. Yılan, Lir’in olduğu tarafa doğru geliyordu, onun zaten titreyen vücudu sıkıştı, daha da farklı titremeye başladı. Ama bunu yılana belli etmemeye çalıştı, yılan fark ederse ok gibi hızla gelip göz açıp kapayıncaya kadar Lir’i sokabilirdi. Ama bunu yapmadı, Lir’in iki ayağının arasından geçti, bir dakika durdu. Sonra yavaşça kumun üstünde dalgalanarak ilerlemeye başladı. Lir ölümün soğuk nefesini ensesinde hissetmişti. Korkusundan altına işedi. Yarı ölü yarı canlı, gözleri iyice çökmüş, yüzü sakalla kaplı ihtiyarın şimdiki hâlini görünce, Lir hariç herkes sanki kendi koyunlarındaki yılanı çıkartıp atmışçasına rahatladı. İmparator yaklaşınca ihtiyar ona gözleriyle elindeki yazılı deri parçasının diğer tarafına bakmasını işaret etti. İhtiyarın sol eline taktığı deri parçasının diğer tarafında da yazıların olduğunu fark edince hemen çevirerek okumaya başladı. Bu tarafındaki yazı çok kısa olduğu için sessizce bir nefeste okuyuverdi. Bunu hemen fark eden Büyük İskender yüksek sesle oku dercesine kafasını salladı. İmparator yine yüksek sesle okumaya başladı, “Cehennemin bekçisi. Cehennemin kapısı yılan yuvasından başlıyor.”