- -
- 100%
- +
Oraya varınca şair olduğumu gizlemek istedim. Çünkü hapishanedekilere güvenmiyordum. Ben onların ağır suçlular olduklarını zannediyordum. Fakat düşündüğüm gibi olmadı. Şair olduğumu öğrendiler. Elime kazma kürek tutuşturdular. Etrafımdakilerin kendi aralarında konuşurlarken, ‘haydi şair, gücünü göster; emeğin Sovyet devletinde zevk, şan ve şeref olduğunu söyleyerek methiyeler yazdın, işte şimdi bu zevki sen de tat bakalım’, dediklerini biliyordum. İki yıl hapiste yatıp gücümü kaybettiğim için toprak dolu ağır el arabasını zorla sürüklüyordum. Bu durum, bazılarının gülmelerine, bazılarının da merhametine sebep oluyordu. Son derece ağır vaziyette olduğumdan haberdar olan ve 7-8 yıldan beri bu kampta mahkûm olarak ömür çürüten Taşkentli doktor Turgun Alimuhammedov’un aracılığıyla daha hafif bir işe geçtim. Nöbetçi sıhhî tesisatçı oldum. Fakat hafif zannedilen bu işin hatta beni ölmeye bile razı eden sıkıntıları yok değildi.23
Gerçi bana yabancı olan bu iş, beden bakımından asırlık buzulu kazmaya nazaran hafif ve üstü kapalı atölyede olsa da esarette, kamp hayatında öyle beklenmedik işkenceler ve dehşet verici olaylar oluyordu ki, bazen 25 yıl hapiste yatmaya bile razı olurdun.
Benim çalıştığım atölye, kamptan birkaç kilometre uzaktaydı. Soğuğun 45-50 dereceye ulaşıp da kar fırtınalarının başladığı günlerde mahkûmlar bazen işe çıkarılmıyordu. Fırtına sırasında soğuk 50-60 dereceyi geçiyordu. Fakat benim gibi gece nöbetçileri, inşaatta ertesi gün lâzım olacak malzemeyi hazırlamak için her türlü hava şartlarında işe çıkmaya mecburdu.
Böyle zamanlarda, ellerinde otomatik tüfekler ve yanlarında köpekler olduğu hâlde muhafızlar bizi sıraya dizer ve her zaman olduğu gibi, ‘sıradan bir adım dışarı çıkmak veya arkada kalmak, firar sayılacak ve hiç ikaz edilmeksizin ateş açılacak’ diye emir verirlerdi.
Her taraf dümdüz. Gece. Dehşetli kar fırtınası, etrafımızda aç kurtlar gibi uluyor. Üstümüzde kamptan verilen pamuklu kaput veya pösteki, pamuklu pantolon, keçe çizme, eldiven. Bunlardan başka kendi temin ettiğimiz veya evden gönderilen kalın giyeceklere bürünmemize rağmen fırtınanın şiddetinden karın içimize işlediğini fark etmiyorduk.
Gözlerimizden başka her yerimiz sarılı olup açık kalan yerimizi soğuk bir anda haşlayıp geçiyordu. Dehşetli fırtına göz açtırmıyordu. Soğuktan yaşaran gözlerde kirpiklerimiz ceviz kabuğu gibi buz tutuyordu. Bir adım ilerisini bile görmek kolay değildi. Böyle zamanlarda yanılarak sıradan bir adım dışarı çıktın mı, hayatın tamamdır! Muhafız, bunu firar sayarak ateş açıyordu. Ölüp gitmek, mesele değil. Beni, bu vakitsiz ölüm korkusu dehşete düşürüyordu.
Takatim tamamen kesilmişti. Var gücümle fırtına ve soğuğa rağmen sıradakilere yetişmeye çalışıyordum. Bir gün soğuktan iki gözüm kapanarak buz kapladı. Buzu sıyıracak olsam, kirpiklerim dökülecek. Çaresizlikten yanımdaki arkadaşıma, ‘beni elimden tut, götür’, dedim. Bizim kendi aramızda konuştuğumuzu fark eden çavuş, bir şeyden şüphelenerek tel örgüye yaklaştığımız sırada bizi durdurup, ‘herkes otursun, ayakta kalan vurulur’, dedi. Çaresiz herkes oturdu. Bu cezalandırma yüzünden bazılarının ayaklarını, bazılarının da yüzünü soğuk çarptı. Ben ise atölyeye sağ salim ölmeden geldiğime şükrediyordum. Çünkü hapis süresi bitip de serbest kalacağı sırada boşu boşuna vurulup ölenlere şahit oldum.24
1951 yılında tutuklandım. Dış dünyadan, doğup büyüdüğüm mahallemin, yurdumun güzelliklerinden, hürriyetimden mahrum kaldım.25
Ben tutuklanınca, uzak tanıdıklar şöyle dursun, yakın akrabalarım bile yabancılaştılar. Evde kalan iki çocuğum ile hâmile karımın hâlini kimse sormadı. Aynı şekilde hiçbir akrabam hapishaneye gelip beni sormadı. Dün benim şiirlerime, hatta bende bulunmayan faziletlere methiyeler düzerek kadeh kaldıran tanıdıklar, her gün beraber olduğumuz dostlar nerede? Yok, yok! Peki, niye? Bunun sebebi nedir? Müsebbibi kim? Bu sorular beni hiç rahat bırakmıyor.
1955 yılında hapisten kurtuldum, aklandım. Suçsuz dediler. İlk günler, bundan haberdar olan komşularım geldiler. Daha sonra yavaş yavaş önünü arkasını kollayarak bazı akrabalarım da gelmeye başladılar.
Fakat dört gözle beklediğim dert ortağım, fikir ortağım dostlarım?! Geleli birkaç hafta oldu. Şair ve yazar dostlarımdan hiçbir haber yoktu. Aylar geçti, fakat merhum şair Mamarasul Babayev ve birkaç yazardan başka hiç kimse gelmedi. Bunun sebebi nedir? Bu korkaklık mı? Yoksa sevgisizlik ve riya mı?
Bunların hepsi sevgisizlik, korkaklık, dost kadrini bilmezlik ve iftira. Stalin’in şahsına tapınma devrindeki kanunsuzluk. İstediği kişiyi, istediği zaman ve istediği yerde gerçek dışı suçlamalarla tutuklama siyasetinin neticesiydi. Osman Nâsır veya Çolpan’ın kitabını okuduğun öğrenilecek olursa, bu tutuklanmak için yeterliydi. Nitekim Ekmel İkramov veya Fıtrat’ın kitabı evinde bulunduğu için nice insan tutuklanıp hapsedilmedi mi? Hâl böyle olunca, ‘halk düşmanı’ olarak hapsedilen bir yazarın evine gitmeye kim cesaret edebilirdi?!”26
Şükrullah tutuklandığı sırada hanımı Münevverhan, Oktyabr ilçesindeki 82. Mektep’te öğretmen olarak çalışmaktadır. Mektebin müdürü, henüz şairin sorgulanması devam ederken Münevverhan’ı, “halk düşmanının karısı” diyerek işten çıkarır. Altı ay sonra işine geri dönen Münevver Hanım, devamlı takip edilir. Hatta Stalin öldüğü zaman Münevver Hanım ile okuttuğu sınıfın öğrencileri, acaba nasıl ağlıyorlar diye kontrol edilir.27
Şükrullah, 1955 yılında tamamen aklanıp hapisten döndükten bir yıl sonra, Özbekistan Âlî Sovyet Prezidyumu Reisi Şeref Reşidov’un o sırada Yazarlar Birliği başkanı olan Kâmil Yaşın’a hitaben yazdığı şu 10 Temmuz 1956 tarihli mektup üzerine Yazarlar Birliği’ne tekrar üye kabul edilir:
“Özbekistan Yazarlar Birliği Başkanı K. Yaşın’a, Özbekistan edebî çevreleri Şükrullah Yusupov’u kabiliyetli ve genç bir şair olarak iyi tanımaktadır.
O, şimdi tamamen aklanmış, şiirler ve ‘Rassiya’ adlı bir destan yazmış ve bitirmiş. Bununla beraber 1950 yılında okuyucular tarafından kabul gören ‘Kommünizm Bosağasıda’ adlı destanının da tekrar bir görülüp incelenmesini istiyoruz.
Bunun için Ş. Yusupov’un Özbekistan Sovyet Yazarları Birliği’ne tekrar kabul edilmesi meselesini halletmenizi, eserlerini gündeme almanızı, ayrıca şiir ve destanlarının yayınını hızlandırmanızı ve Özbekistan Devlet Neşriyatı’na tavsiye etmenizi rica ederim.
Ş.Reşidov10 Temmuz 1956”28Şükrullah bunun üzerine, yazdığı bütün eserlerini toplayıp Yazarları Birliği’ne gider. Eserleri, meşhur hikâyeci Abdullah Kahhar başkanlığında kırka yakın yazar tarafından incelenip değerlendirilir ve çok geçmeden birliğe üye olarak tekrar kabul edilir. O sırada henüz hapisten çıkmış olan bir adamın sorumluluğunu üzerine almak da büyük bir cesareti gerektirir. Şükrullah’ı çocukluk yıllarından beri mahalleden tanıyan meşhur şair Gafur Gulam sorumluluğu kabul edince, 1956 yılında Hayat İlhamları adlı şiir kitabı yayımlanır.29
Fakat Reşidov’un mektubuna rağmen şairin Özbekistan Devlet Neşriyatı’nda çalışmaya başlaması çok zor gerçekleşir. Devir, Stalin sonrası olmasına rağmen insanlar üzerindeki korku, hâlâ bütün dehşetiyle devam etmektedir. Bu sebeple, herkes birbirinden çekinmekte ve hiç kimse kendi milletine olan sevgisini ve bağlılığını açıkça ifade edememekte, millet değil, hatta “halkım” sözünü telâffuz etmek bile tehlikeli sayılmaktadır; onun yerine “Sovyet halkı” ifadesini kullanmak şartı devam etmektedir.30
Şükrullah, 2006 yılında kaleme aldığı mektubunda, o yıllarda bir sanatkârın hangi şartlarda eser verdiğini şu cümlelerle ifade etmektedir:
“1955 yılında, Stalin’in ölümünden sonra serbest bırakıldım. Serbest bırakılmama rağmen gönlüm hâlâ zincirliydi. Yazarların, gönüllerindeki dertlerini açıkça dile getirmek ve yazmak imkânı yoktu. Ayrıca, yazılan eseri ne şiş yansın, ne kebap kabilinden yayımlanabilecek hâle getirebilmenin çarelerini araştırmak da insanı son derecede bunaltıyordu. Bazen, bunu yazmak olmaz, diyerek asıl niyetimizden vazgeçmeye mecbur kalıyorduk. Bu durum, edebiyatın gelişmesine de, büyük kabiliyetlerin ortaya çıkmasına da engel teşkil ediyordu. ‘Men Ölgen emişmen’ ve ‘Anamnıŋ Duası’ adlı şiirlerim, uzun yıllar boyunca yayımlanamadı. ‘Asr Bahsi’ adlı destanım, ‘hayatın gerçeğine zıt, Marksizme karşı’, denilerek tenkit edildi, maziye duyulan özlemi dile getirmekle itham edildi. ‘Hatarlı Yol’ ve ‘Tebessüm Oğrıları’ adlı manzum piyeslerim ise, ancak birçok itiraz ve tartışmalardan sonra sahneye çıkabildi.”
1956 yılında Hayat İlhamları adlı şiir kitabının yayımlanmasından sonra eserler vermeye devam eden Şükrullah, bilhassa 1960-1970’li yıllarda yeni şiir kitapları, destanlar, piyesler ve nesir türünde birçok eser verir. Bunlar arasında Umrim Barıça (1960), İnsan ve Yahşılık (1962), Zerreler (1973), Süyançık (1977), Yaşagım Keledi (1978), Seniŋ Bahtıŋ (1986) gibi önemli şiir kitapları, Rassiya (1957), İkki Kaya (1961), 26. Tangatar (1967), Köngil Çırağı, Gül ve Ateş adlı destanları, Hatarlı Yol (1963)(manzum), Tebessüm Oğrıları (1965)(manzum), Toydan Keyin Tamâşâ (1974), Cencel, Ogrını Karakçı Urdı (1997), Unsız Feryad, Hasret Bağı (manzum) gibi piyesleri, Cevâhirat Sandığı (1977) ve Kasasli Dünya (1994) adlı hatıra kitapları, Kefensiz Kömilgenler (1990), Tirik Ruhlar (1999) ve Agır Künler Sevinçi (2002) gibi romanları en önemli olanlarıdır. Şükrullah’ın bunlardan başka Yulduzlar (1964), İnsan İnsan Üçün, Şe’rler, Dastanlar, Uçaver Bürgüt ve son olarak bütün eserlerinden seçilmiş şiirlerini ihtiva eden Tökilgen Derdlerim (2001) gibi eserleri de yayımlanmıştır. Bu eserlerin bir kısmı Rusçaya tercüme edilmiş, Tatar ve Azerbaycan lehçelerine de aktarılmıştır.
Eserleri Hakkında Birkaç Söz
İlk gençlik yıllarından itibaren sanatla ilgilenen Şükrullah, edebî hayata şiir yazarak başlamış, daha sonra tiyatro eserleri ve romanlar da kaleme almıştır. Kısaca temas etmek gerekirse, Özbek pamuk çiftçisinin yeni tarım alanları açmak için gösterdiği gayretlerin konu edildiği Çallar adlı eseri, modern Özbek destancılığına katkıda bulunan bir eser olarak kabul edilir. Köngil Çırağı adlı eserde, savaşın vahşetini ve askerlerin metanetini anlatır. Rassiya ve İkki Kaya adlı eserlerde, enternasyonalizmin gücü ve halkların dostluğu yüceltilir. 26. Tangatar’da ise, Taşkent depreminden hareketle halkın tabiî felâketler karşısındaki metaneti terennüm edilir.
Hayat İlhamları, Umrim Barıça, İnsan ve Yahşılık, İnsan İnsan Üçün, Yulduzlar adlı eserlerde insanın manevî olgunluğunun övülmesi önemli bir yer tutar. Şair, toplum hayatının dışında kalanları tenkit eder, insan kalbinin güzelliğini ve insanın toplum karşısında mukaddes bir borcunun bulunduğunu terennüm eder.
Zerreler adlı eserde, klâsik nazım şekli rubaîyi yeni şiirde devam ettirir. Şair, bu eserde, kendi hayat tecrübesinden çıkardığı sonuçları ustalıkla ifade eder. Süyançık’da, yeni şiirleriyle birlikte otuz beş yıllık sanat hayatından seçtiği şiirleri yer alır. Süyançık, insan sevgisi, insanı methetmek, iyilik ve sevgi şiirleri ile insana yaraşmayan illetleri yeren şiirleri ihtiva eder.
“Dünyada kaldı mı görmediğim şey…”Gördüm diye övünme, ne gördüysen az.Bir insanın gönlünü aldın mı?İnsan kalbi gibi var mı geniş bir âlem!“Dünyada kaldımı körmegen nersem…”Kördim deb gerdeyme, ne köribsen, kem.Bir adam könglini avlay aldıngmı?İnsannıng kalbidey barmı keng âlem!
Süyançık adlı eserin ilk kıtasını oluşturan bu mısralar, âdeta bütün kitabı hülâsa eder. Şair, bu eserinde, insan sevgisini ve insanların gönlünü hoş etmeyi en büyük meziyet olarak yüceltmektedir. Kitapta, vatan hakkında, dostluk hakkında, anne sevgisi hakkında yazılmış şiirler ekseriyeti oluşturur.
Şükrullah’ın mensur eserlerine gelince, hiç şüphesiz onun kaleminden çıkan Kefensiz Kömilgenler ve Tirik Ruhlar adlı romanlar, Özbek edebiyatı için önemli kabul edilen eserlerdir. Bunlardan başka, onun Cevâhirat Sandığı (1977) ve Kasasli Dünya (1994) adlı eserleri de ayrı bir öneme sahiptir. Bu eserlerde, yazarın hapishane ve çalışma kampları dışındaki hayatına dair hatıraları, 1917 Ekim İhtilâlinden başlayarak Sovyet politikaları, Sovyet toplum hayatı, Sovyet ideolojisi, Sovyet edebiyatı, Ceditçi şair ve yazarlar, istiklâl, hürriyet, millî dil, millî edebiyat, millî tarih, millî vatan anlayışı, insanî ve millî değerler hakkındaki düşünceleri yer almaktadır. Şükrullah bu konuları anlatırken yakından tanıdığı ve kendileriyle dostluklar kurduğu Aybek, Gafur Gulam, Maksud Şeyhzâde, Şühret, Mirzakalan İsmailî, Abdullah Kahhar, Habibî, Mustay Kerim, Kaysın Kuliyev, Cengiz Aytmatov gibi tanınmış şair ve yazarlarla olan hatıralarından ve onların fikirlerinden de söz etmektedir.
Yazar, 1999 yılında yayımlanan Tirik Ruhlar adlı romanında, Çarlık Rusyası ve Bolşevik idare altında Türkistan halkına ve bilhassa Türkistanlı aydınlara yapılan zulümleri anlatır. Esarete düşen Türkistan halkının istiklâl mücadelesini, Ubeydullah Hocayev’in hayat hikâyesi etrafında kaleme alır. Romanın kahramanı Ubeydullah Hocayev, hukuk tahsilini Rusya’da yapmış olan ilk Türkistanlı avukattır. En önemlisi, Ubeydullah Hocayev, 1910-1920’li yıllarda, romanda adları sık sık zikredilen Abdurrauf Fıtrat, Mahmudhoca Behbudî, Münevver Kâri, İlyas Alkin, Zeki Velidî, Mustafa Çokay ve diğer tanınmış Ceditçi aydınlarla beraber Türkistan’ın istiklâl mücadelesine iştirak etmiş, Sadâ-yı Türkistan gazetesini çıkarmış, Türkistan Muhtar Cumhuriyeti’nde savunma ve içişleri bakanlıklarında bulunmuş, hem Çarlık, hem de Bolşevikler döneminde milliyetçi ve Ceditçi olduğu için defalarca hapsedilmiş, defalarca sürgüne gönderilmiş, bütün Ceditçiler gibi Türkistan’ı Sovyet ittifakından ayırarak Türkistan Muhtar Cumhuriyeti’ni kurmak, milliyetçilik, pantürkizm ve panislâmizmi benimsemek suçlarından dolayı mahkûm edilmiş ve nihayet hayatını sürgünde kaybetmiş olan bir aydındır. Yazar, eserini kaleme alırken teyzesinin oğlu olan Ubeydullah Hocayev’le beraber Abdurrauf Fıtrat, Mahmudhoca Behbudî, Münevver Kâri, Süleyman Çolpan gibi pek çok tarihî şahsiyete ve bu şahsiyetlerin başından geçen olaylara dair belgeleri, titiz bir tarihçi gibi kullanmıştır. Bu sebeple gerçek olaylar zemininde yazılan Tirik Ruhlar romanı, sömürgecilik döneminin panoramasını ve yaşanan faciaları bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer. Eserde, Ceditçilik hareketi ve Ceditçi aydınların faaliyetleri, Ubeydullah Hocayev’in hikâyesi etrafında anlatılır. Roman, milletlerin kendi istiklâllerini ancak kendilerinin tesis edebileceği düşüncesini esas alır ve “hürriyet verilmez, alınır” fikri etrafında döner. Bundan daha da önemlisi, roman, Türkistan’ın istiklâli için çalışan ve hayatlarını bu yolda kaybeden Ceditçilerin, bedenen ölmüş olmakla birlikte rûhen yaşamaya devam ettikleri mesajını verir. Yazara göre, bugün Türkistanlıların zihnindeki istiklâl fikri, bu “tirik ruhlar”ın eseridir.
1990 yılında Taşkent’te Yaşlik dergisinin 8-10. sayılarında tefrika edildikten sonra 1991 yılında kitap hâlinde neşredilen Kefensiz Kömilgenler adlı roman ise, şair Şükrullah Yusufoğlu’nun 1951-1955 yılları arasında Taşkent hapishanesi ve Sibirya’daki çalışma kamplarında kendi başından geçen olayları hikâye etmektedir. Yazar, başından geçenleri anlatırken, gerekli gördüğü yerlerde, Sovyet imparatorluğu hakkındaki değerlendirmelerini de dile getirmektedir. Kitabın 129. sayfasında belirtildiği üzere, çalışma kampları, rejim tarafından “ölüme müstehak” sayılan milyonların, ayağına bir numara bağlanıp elbiseleri soyularak kefensiz gömüldükleri ebedî buz ülkesi olan Sibirya’dır. Şükrullah, ağır işkenceler altında geçen bu döneme ait hatıralarını roman şeklinde kaleme almıştır. Yazar, Ekim devriminden sonra, 1920’li yıllardan başlayarak Sovyet imparatorluğunda nasıl bir dönemin yaşandığını, zaman zaman hanımı Münevverhan’ın ve kendisinin çocukluk ve ilk gençlik hatıralarına dönerek anlatır. Kefensiz Kömilgenler adlı roman, Komünist Partisi’nin iktidarı uğrunda birbirlerine düşman edilen insanların son derecede ağır sefalet altında geçen hayatları, dindarların cezalandırılması, çok küçük varlık sahibi ailelerin bile her şeylerinin müsadere edilerek yabancı ülkelere sürgün edilmeleri, parti ideolojisini kabul etmeyen aydınların iftiradan ibaret suçlamalarla tasfiye edilmeleri, bütün herkesin her bahaneyle sindirilerek korkunun hâkim olduğu bir toplumun yaratılması, İkinci Dünya Savaşından sonra aydınlara karşı yürütülen üçüncü dalga tasfiye hareketinin hangi bahanelere dayandığını ve Sovyet hapishane ve çalışma kamplarında milyonlarca masum insanın akıl almaz işkenceler altında yaşamaya mahkûm edilmelerini gözler önüne sermesi bakımından önemli bir tespit romanıdır. Bu itibarla yazar, eserinde, sadece kendi başından geçenleri değil, bunlarla beraber Türkistan’ın kara günlerini de tasvir etmiş, Türkistanlıların istiklâl mücadelesini ezen felâketleri anlatmıştır. Roman okunduğu zaman Çolpanların, Fıtratların, Behbudîlerin niçin daha önce karalanıp “halk düşmanı” ilân edildikleri, 1956-57 yıllarında niçin aklandıkları çok iyi anlaşılmaktadır. Yine roman, Sovyet rejiminin ilk kurulduğu yıllarda dünyaya gelen, Sovyet okullarında eğitim gören ve bütün hayatı Sovyet toplumu içinde geçen bir şairin, içeriden birisi olarak Sovyet sanat anlayışı hakkındaki değerlendirmelerini, hür dünyaya cennet olarak takdim edilen Sovyet toplum hayatı hakkındaki tespitlerini, bütün herkesi doğduğu günden öldüğü güne kadar hiç aralıksız ölüm korkusu altında yaşatan Sovyet rejimi hakkındaki düşüncelerini ortaya koyması bakımından da son derecede önemlidir. Kefensiz Kömilgenler adlı kitap, bir gerçeği daha gözler önüne sermektedir. Şükrullah gibi halk düşmanı ilân edilerek çeşitli bahanelerle cezalandırılanların aslında tek suçları vardır: Suçsuz olmak!
Özbek yazar Açıl Tagayev, Kefensiz Kömilgenler kitabı sebebiyle kaleme aldığı yazıda Sovyet politikalarını değerlendirirken, siyasî jenosid (= soykırımı) hâlinde cereyan eden bu uygulamalardan, halka tesir ederek rehberlik etmeleri ihtimal dâhilinde görülen kişilerin halktan ve vatandan uzaklaştırılması maksadının gözetildiğini söyler. Yazara göre, bütün toplumun ağır baskı altında tutulması, klâsik eserlerin yasaklanması, mimarî mirasın harabeye çevrilmesi, tarihî şahısların küçük düşürmek maksadıyla karalanması ve ahlâkî değerlerin gülünç duruma düşürülmesi, genel olarak millî kültürü yok etme politikasının bir parçasıdır.31 Vâsıl Kabulov da Stalin’in ölümünden sonra siyasî hata olarak itiraf edilen politikaların aslında hata olmayıp, üzerinde çok düşünülmüş bir plân olduğunu söyler ve bunun gereği olarak da Türkistan’ı hiç aman vermeden talan etmek, yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koyduktan sonra asıl sahiplerini borçlu çıkarmak için aydınların zaman zaman tasfiye edildiklerini belirtir.32
Tutuklanmak, hapsedilmek, sürgüne gönderilmek gibi cezalandırmalar, Sovyet toplum hayatındaki en yaygın uygulamalardır. Bu sebeple, herhangi bir bahane ileri sürülmek suretiyle başı bir şekilde belâya girmemiş kimse âdeta yok gibidir. Yazar, tutuklandığı dönemin genel manzarasını tarif ederken “musibetli yıllar” ifadesini kullanır ve şu örneği verir:
“Hapishanede gardiyan mahkûmdan sorar:
– Niye hapsedildin?
– Hiçbir şey yüzünden.
– Yalan söylüyorsun, alçak! Hiçbir şey için on yıl veriyorlar, sana on beş yıl verdiler.
Elbette bu şakalar boşuna değildi.”33
Roman bize, siyasî soykırım politikasının canlı şahidi ve kurbanı olarak sadece Şükrullah’ın hikâyesini anlatmaz. Eserin tek kahramanı olan Şükrullah, haksızlıklara ve ağır işkencelere maruz kalan bütün Özbek aydınlarını temsil eder. Bu itibarla bir nesil romanı olan eser, aynı zamanda Sovyet ideolojisine iman eden veya ettirilen bir neslin hayal kırıklığının da hikâyesidir. Yazar, Sovyet idaresine karşı bozgunculuk yapmak, inandığı hâlde ideolojiden sapmak ve milliyetçi davranışlar sergilemek suçlarından ötürü halk düşmanı ilân edilerek yirmi beş yıl hapis, beş yıl da hak mahrumiyeti cezasına çarptırılır. Bu, Şükrullah’ı ölümün eşiğine getiren çok ağır bir cezadır. Cezanın adaletsizliği, onun için çok ağır bir darbe olur. Böylece onun ideolojiye olan imanı da tamamen sona erer. Bu, roman kahramanının güvendiği dağın yıkılması demektir. O, şair olarak evvelce Sovyet idaresinin halka lûtfettiği bahtiyarlığı terennüm etmiştir; aslında halk zulüm görmekteydi ve bedbahttı. Yine şair olarak angaryayı hürriyet, şeref, şan diye methetmiştir; aslında bu kölelikten başka bir şey değildi. Eserlerinde, kolhoz sisteminden zenginlik diye söz etmiştir; aslında bütün zenginlik yağma ediliyordu ve bütün halk ağır bir sefalet içersindeydi. Din ve hurafe adı altında bütün millî miras inkâr edilmiş; şair bunu yeni medeniyet olarak değerlendirmiştir. Millî ahlâk, örf ve âdetler ayaklar altına alınmış, fakat şair bunu yeni hayat diye terennüm etmiştir. İdeolojiye baş eğmeyen aydınlar cezalandırılmış, hapse atılmış, sürgün edilmiş, öldürülmüş; şair, onların gerçek suçlu olduklarına inanarak bu durumu adalet diye şiirleştirmiştir. Bütün Türkistan şüphe ve garez sebebiyle hapishane avlusuna dönüştürülmüş, toplu cinayetler işlenmiş; Şükrullah’ın nesli ise bu manzarayı cennet olarak tasvir etmiştir. Ancak Şükrullah görmezden gelinen felâketler kendi başına gelince yıkılmış, iman ettiği ideolojinin bir yalandan ibaret olduğunu idrâk etmiştir. Bu durum, Kefensiz Kömilgenler kitabının gözler önüne serdiği en önemli hakikattir. Roman, insanı ve toplumu bütün değerleriyle birlikte inkâr eden Sovyet ideolojisinin, üstelik Stalin’in tanrılaştırıldığı yıllardan itibaren en şiddetli taraftarlarının nazarında dahi tıpkı bir buz dağı gibi hızla eriyerek yerini imana terk ettiğini anlatır. Bu, yazarla birlikte kitapta isimleri zikredilen eski komünistlerin, ideolojinin önünde deli taylar gibi çılgınca koşarak insanlık adına önlerine dikilen her şeyi vahşice yıkıp devirdiğini, ondan sonra da pişmanlık ve hatta suçluluk duyarak hakikate teslim olduklarını gösteren bir trajedidir. Sovyetler Birliği’nin tamamen dağılmasından sonra yayımlanmış olan pek çok eser, bu konu hakkında kaleme alınmış trajik hikâyelerle doludur.
Batı’da ve Türkiye’de hem Sovyet döneminde, hem de Sovyet sonrası dönemde, ideolojinin sebep olduğu faciaları anlatan pek çok eser yazılmış ve yayımlanmıştır. Dünyada ilgi uyandırması bakımından söz konusu eserlerin en tanınmış olanı, hiç şüphesiz Nobel edebiyat ödülü sahibi Aleksandr İsayeviç Soljenitsin (1918-2008)’in Gulag Takımadaları (1915-1956) adlı üç ciltlik romanıdır. 1974 yılında Selim Taygan tarafından Rusça aslından Türkçeye de tercüme edilen eserin sahibi Soljenitsin, Stalin’i tenkit ettiği için Şükrullah ile aynı yıllarda sekiz yıl hapis cezasına çarptırılmış, çalışma kamplarına gönderilmiştir. Yazar, söz konusu eserinde, bir mahkûm olarak hapishanelerde ve çalışma kamplarında yaşanan hayatı hikâye eder. Ancak bu eserde sadece Soljenitsin’in ve Rusların acıklı hikâyesi anlatılmaktadır. Yazar, “herkes kendi ölüsüne ağlar” sözünü doğrularcasına Rus olmayan zavallıların hikâyesine, eserinde yer vermez. Onun eserinde, Rus asıllı olmayan mahkûmların hikâyesi anlatılmaz. Yazar, bu eseriyle dünya kamuoyu önünde ülkesini küçük düşürdüğü gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarılmış ve yirmi yıl boyunca yurdundan uzakta yaşamak mecburiyetinde kalmıştır. Fakat bugün gelinen nokta itibariyle Rus hükûmeti, Soljenitsin’in bu eseri ile ilgili olarak yeni bir karar almıştır. 10 Eylül 2009 tarihinde basında yer alan haberlere göre eser, Rusya ve bütün dünya tarihi için son derecede önemli bir belge olarak kabul edilmiştir. Bu sebeple Rus Eğitim Bakanlığı, Sovyetler Birliği döneminde yasaklanmış, yazarı da ülkesinden kovulmuş olan eserin özet hâlindeki yeni baskısını, Rus okullarındaki “üst sınıf öğrencilerinin okuması zorunlu” kitaplar arasına dâhil etmiştir.
Özbek şair ve yazar Şükrullah Yusufoğlu, Kefensiz Kömilgenler adlı eserinde, Aleksandr Soljenitsin’den farklı olarak kendi başına gelen felâketlerden hareketle diğer milletlere mensup zavallılarla beraber Türk asıllı mahkûmların facialarla dolu hikâyesini anlatır. 1990 yılında Özbekistan’da yayımlandığı zaman büyük bir alâka ile karşılanan Kefensiz Kömilgenler adlı roman, 2005 yılında D. Ahsen Batur tarafından Türkiye’de de yayımlanmıştır. Türkiye Türkçesinde yapılan bu söz konusu yayın, aktarma ve baskıdan kaynaklanan bazı hataları ihtiva etmektedir. Kefensiz Kömilgenler adlı roman önemine binaen yeniden yayına hazırlanırken hatalar telâfi edilmeye çalışılmış, eserin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak maksadıyla Türkiye’deki okuyucunun tanımadığı bazı şahsiyetlerle terim ve kelimeler hakkında kısa bilgiler dipnotlar hâlinde ilâve edilmiş, ayrıca eserin sahibi Şükrullah Yusufoğlu ve romanda anlatılan dönem hakkında da bilgi verilmiştir.