- -
- 100%
- +
Konuşmasına devam edemedi, hüngür hüngür ağladı. Zavallının sinirleri iflâs etmişti.
Bende, onun bu hâlini görüp de anlattıklarını dinledikten sonra, bana ne kadar hapis cezası vereceklerini düşünmekten çok bu adaletsizliklere karşı tarifsiz bir nefret ve kadere boyun eğercesine tarifsiz bir cesaret duygusu belirmeye başladı. Onun bu anlattıklarını dinleyen mahkûmlar, gerçi kendilerinin mutlak sûrette masum olduklarına inansalar bile aylarca, hatta yıllarca devam eden sorgulamalardan ve zorla kabul ettirilen suçlamalardan sonra buradan yarın, öbürgün değil ama Tanrı’nın merhametiyle az bir ceza alarak beş yıl, on yıl sonra olsa da bir gün kurtulup aileleriyle ölmeden tekrar görüşebilmeyi hayal ediyorlardı. Kadere razı olmuşlardı.
Fakat ben bu durumu kabul etmiyor, buna bir türlü alışamıyordum. Sorgu görevlileri ne kadar zorlarsa zorlasınlar, asılsız suçları benim üzerime yıkamazlar; on yıl, yirmi beş yıl şöyle dursun, hatta hapishanede bir gün bile yatmam mümkün değil, benim suçum yok, yarın öbür gün beni çağırıp, sen serbestsin demeleri gerek, diye düşünüyordum. Benim suçum ne? Sen dindarsın, propaganda yaparak dini yaymaya çalışıyorsun deyip tutuklamış olsalar, ben Börihov gibi dinî mektep muallimi de değilim ki! Veya koluna iğne ile “SS” yazılmış olan Alman askeri Loran da değilim! Kaldı ki, faşist Almanlara karşı zafer kazanılınca sevinç göz yaşları dökerek zafer için hamd ü senâlar yazan şairlerden biri de bendim! Maalesef şimdi ben, kendisinden nefret edip öz kardeşlerimin katili olarak gördüğüm bir faşist askeri ile eşit sayılarak aynı kaptan yemek yemeye ve aynı koğuşta yaşamaya lâyık görülüyorum. Yoksa suçum bu kadar ağır mı?! Yoksa bu kadar büyük bir düşmanlıkta mı bulundum?!
Bazen bu düşüncelerle feryat ederek sadece hapishane kapılarını vurup parçalamak değil, hatta ölüme bile razı oluyordum. Hatta bazen çektiğim acılardan gözyaşlarımın süzüldüğünü bile hissetmiyordum.
O zaman Loran:
– Ben faşist Almanyasından esir düşmüş bir SS askeriyim. Esir düşmekten başka bir suçum ve herhangi bir zararım bulunmadığı hâlde bir Alman askeri olarak suçlu sayıldığım için hiçbir şey diyemiyorum. Fakat başka bir ülkenin casusu olmadığın hâlde, bir Sovyet şairi olarak Sovyetlere karşı yazılmış eserin de bulunmadığı hâlde niye seni bir düşman olarak hapsettiler? Ayrıca sen gençsin, endişe etme, seni çıkarıp gönderirler, diyerek beni teselli ediyordu.
Rayim ağabey de bir şeyler söylemek istiyordu, fakat koğuşa son derecede öfkeli küfrederek gelen bir ayağı eksik kötürüm Rus genci sözünü böldü. Hiç selâmsız sabahsız, hâl hatır sormadan ağzına gelen hakaret sözleriyle herkesin anasına avradına söğerek tütün sarmaya başladı. Öfkeyle sardığı sigaranın kâğıdı yırtılıp tütünü yere döküldü. Avucunda kalanı da yine aynı öfkeyle yere attı. Sanki beni eskiden beri tanıyormuş gibi hiç teklifsizce içer misin, istediğini al, dedi.
Bir koğuştan başka bir koğuşa aktarılan mahkûm kendi yorganıyla, yastığıyla, küçük de olsa bir bohçasıyla girerdi. Bunda koltuk değneğinden başka hiçbir şey yok, ne bir yiyecek, ne bir giyecek. Ben tütün uzattım.
Burada bir şeyi hatırlatıp geçmek istiyorum. Bu hapishanede adi kalitede tütünden başka ne hazır sigara, ne de kendi özel kâğıdına sarılmış sigara içmek imkânı olmadı; çünkü evden getirilen sigara ve kâğıtlar, içinde mektup, zehirli veya patlayıcı madde olabileceği şüphesiyle küçük parçalar hâline getirilip arandıktan sonra veriliyordu.
Rus, benden aldığı tütünü avucuna yerleştirip teşekkür etmek yerine hiç teklifsizce, sen kimsin, buraya ne zaman düştün, diye soracak oldu. Şair olduğumu ve bir yıldan fazla bir zamandan beri yattığımı söyledim. O tütünü sararken yine küfretmeye başladı:
– Sen şairmişsin, hükûmete düşman olabilirsin. İlim irfan sahibi bir adamsın. Peki ya ben, kancık köpek, lânetli, ananı filân yapsınlar, ben neyim! Ben hırsızın, bozguncunun tekiyim, nasıl oldu da siyasî mahkûm oldum. Ben hırsızım, evet, hırsızın, küfürbazın tekiyim. Hırsız olduğumu saklamıyorum. Bugün hırsızlık yaparım, yerim, içerim. Yarın yakalanacak olursam, KPZ’ye götürürler. Benim KPZ’nin ne olduğunu bilmediğimi hissederek: – Hapse ilk düşüşün olsa gerek, KPZ’nin ne olduğunu da bilmiyorsun. KPZ denilen koğuş, predvoritelnogo zaklyüçeniya (= hapishanede geçici bir süre kalınan koğuş). KPZ, benim için kendi evim gibidir. Tüccar ve zengin çocuklarına evden getirilmiş yağlı yemek, içki varsa, ortak olurum. KPZ, benim için beleş mutfak gibidir. Bir-iki yıl ceza verip çalışma kampına gönderecek olurlarsa, bir ayağım olmadığı için çalışmam; tüccar takımı ve kolhoz reisleri varsa, onlara gelen yiyeceklere ortak olur, bedava yemek yiyip, içki içip, afyon çekip yaşar giderdim. Başkaları gibi arkamda kalan çoluk-çocuğum olmasaydı, çalışma kampı benim için ikinci evdi. Peki, ya burası! Burası hapishane değil, sanki cehennem! Kancık köpek! Burada istediğin zaman istediğin yiyecek paketini alamazsın. İçki içemezsin, şarkı söylemek bir yana, yanındakiyle yüksek sesle bile konuşamazsın, şeş-beş veya iskambil oynayamazsın! Gündüz uyutmazlar. Burada bir ay yatmaktansa kurşuna dizseler, razıyım. Faşistler! Kancık köpek! Tövbe, hatta yastığa yaslanıp uzanamazsın, hemen küçük pencereyi açarak, yan gelip yatma, diye uyarırlar. Beni kurşuna dizseler, razıyım. İki aydan beri mahkemeye de çıkarmadılar, çalışma kampına da göndermediler. Ben siyasî mahkûmmuşum! Kendi kendine gülerek: – Biliyor musun, birader, beni ne ile suçluyorlar? Ben teröristmişim. Sadece gülersin, kancık köpek! Nasıl bir terörist?! Suçum, sarhoşken tramvayda Stalin’e küfretmekmiş! Nasıl küfrettim, ben de bilmiyorum. Bunun için beni siyasî mahkûm saydılar, halk düşmanı ilân ettiler… Reziller! Kancıklar! Haydi birader, söyle bakalım, bana ne kadar verirlermiş?..
Ben ne diyebilirdim?! Kendi düşüncelerimle meşguldüm. Cevap vermeme fırsat tanımadan konuşmasına devam etti:
– Hakiki şair Yesenin49 idi! Halkı da, hırsızı da düşünürdü. Senin gibiler Stalin’i methetmekten başka ne bilirler? Konuşmaya da korkuyor musun? Senin gibilerin topunu içeri atmak lâzım… Üzülme dostum, hepiniz iğdiş edildiniz. Şu koğuşta bir Çıfıt, Yahudi din muallimi ile beraber kalıyorum. Şunu bir korkutayım dedim. Boğup öldüresim geldi. Sinirime dokunuyor, fısır fısır dua okumaktan başka bir şey bilmiyor. Niye sen de bir şey söylemiyorsun? Yesenin gibi şöyle havalı, teselli edici bir şiir okusana!
Ben onun bu konuşmalarını dinlerken bir taraftan da kendi kendime düşünüyordum: Yesenin gibi şiir yazmakmış! Teselli edici şiir okumakmış! Tabiat hakkında yazdığım şiirlerimde suç unsuru arayarak beni ideolojiye aykırı davranmakla suçluyorlar; ben de buna Yesenin tarzında yazdığım şiirlerimden okuyacakmışım! Ben onun konuşmalarını sessizce dinledim. O ise bundan öfkeye kapılarak:
– Ben cehenneme gelmişim, doğru mu, diyordu.
Ben ona ne diyebilirdim ki! İşkence ettikleri doğru olsa bile Stalin’e söğüp duran birinin bu sözlerine katılmak mümkün müydü? Evvelâ bunun bir hırsız olduğuna inanmak da olmazdı. Aramıza belki de bilgi toplamak için sokulmuştur. Çünkü koğuştan koğuşa bilgi toplamak için özel adamlar konuluyor. Hapiste yatanlar da birbirlerine güvenmiyorlardı.
Benim cevabımı beklemeden birdenbire sinirlenerek iki yumruğu ile demir kapıya vurdu, ağzına gelen hakaretlerle gardiyanı çağırdı. Savcıya şikâyet dilekçesi yazmak için kalem ve defter istedi…
Bu arada beni sorguya götürdüler. Akşam saat yedide sorguya çıktım, hiç uyumadan gün ağarırken koğuşa döndüm. Oda arkadaşım yoktu. Somyası boş. Yatağı da götürülmüş. Hayrola? Beni de yandaki koğuşa geçirdiler.
İçeri girmemle birlikte oradakiler, benden hangi koğuştan geldiğimi sordular; öğrenince de gece o koğuşta bir patırtı olduğunu ve birinin kendini öldürdüğünü söylediler. Bu, dünkü bir ayağı olmayan kötürüm İvan’dı.
İTİKAT CEZASI
Dün akşam, saat 10 sularında sorguya götürüldüm. Sorgu bütün gece boyunca hiç uyumadan devam etti. İşte sabah oldu, hatta güneş yükselip öğleye yaklaşıyor. Sorgulama hâlâ bitmedi. Sorgulama görevlileri değişiyor, uyuklamak bir yana, hatta göz yumarak düşünmeye bile fırsat vermiyorlar. Oturduğun sandalyede izinsiz kımıldamaya bile hakkın yok. Ayağa kalk denilince, birkaç saat boyunca ayakta durmaya, otur denilince de bütün gece hiç kımıldamadan oturmaya mecbursun. Bu, cezanın en hafif şekli. Eğer oturduğun sandalyede uykusuzluktan bitkin düşüp de uyuklayacak olursan, Japon usûlü masaj yapmaları işten bile değil. Buna göre, boynuna elinin keskin tarafı ile şöyle bir vurur, düşürür, yıkılınca da epey bir zaman kendine gelemezsin. Kendine gelince, tehdit ve hakaretle sorgulama yeniden başlar. Ölümden döndüğüne şükrederek gözünü açarsın. Eğer burada ölecek olursan, hiç kimse niye öldüğünü soruşturmaz. Bu teşkilâtı adaletsizliğinden dolayı imdat diyerek şikâyet edecek yukarı bir makam yok.
Sorgulama memurunun odasında onun sorularını düşünürken aklıma halkımızın “sudan helva yapmak” deyimi geldi. Sudan helva yapılabilir mi? Yapılırmış! Hem de o kadar kolay yapılırmış ki, sorgulama sırasında böyle bir şeyin yapılabileceğine bir defa daha inandım.
Genel olarak adam öldüren veya hırsızlık eden kişi eğer suçunu itiraf edip kabul etmezse, bunu kabul ettirmek için tanıdığı kimseler şahitlik etmek üzere çağırılır. Fakat işte, beni hapse attılar, getirildiğimden beri suçumdan dolayı hâlâ annemin, babamın, hısım akrabamın kimler oldukları, diğer tanıdıklarım, yakınlarım, onlarla olan ilişkilerim, bunlardan kimlerin neden tutuklandıklarının sebebi soruşturulmakta. Buna niye gerek duyuldu? Bunun tek bir maksadı var: Beni doğrudan suçlayamadıkları için onlarla olan alâkam dolayısıyla onların suçlarına beni de ortak etmek! Onların ne suç işlediklerini ben bilmiyorum. Bunun sorgu memuru için de bir önemi yok, onlarla tanıştığımı söylemem kâfi!
Gerçeği söylemek gerekirse, bizim zamanımızda halk düşmanı olarak hiçbir ferdi tutuklanmamış bir aile bulmak mümkün mü? 1920’lerden itibaren Ceditçilikle suçlanan aydınlar tutuklanmaya başlanmıştı. 1927-1928 yıllarında dindarlar, mülk sahipleri kulak sayıldı. Bir kısmı yabancı unsur sayılarak tekrar tutuklandı, sürgün edildi. Bu temizlikler yetmezmiş gibi 1937 yılından başlayarak Parti Merkez Komitesi sekreterleri, devlet adamları ve yazarlar halk düşmanı ilân edildiler. Tutuklama ve kırgınlar başladı. Bu durum 1940 yılına kadar devam etti. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra, cepheden dönenlerin bir kısmı faşistlere esir düşmekle suçlanarak tutuklandılar. 1947 yılından başlayarak yazar, ilim adamı ve sanatkârları, ideolojiye aykırı davranmak ve kozmopolit olmakla suçladılar. Tekrar tutuklamalar başladı. Herhangi bir yakını, akrabası tutuklanmayan kimse kalmadı. Hatta insanlar tek olarak değil, bütün aileleriyle birlikte cezalandırıldı. Sürgün edildi.
Peki, benim de tutuklanan tanıdık ve akrabalarım yok muydu? Bir değil, hem de pek çok…
Teyzemin oğlu Ubeydullah Hocayev, 1900’lerin başında Rusya’da hukuk fakültesini bitirmiş. Kendisi dünya hukukundan ve edebiyatından haberdar, hatta Lev Tolstoylarla mektuplaşıp tartışabilecek seviyede ileri bir avukat, 1917 yılında Hokand Cumhuriyeti’nin Mahmudhoca Behbûdîlerle50 birlikte kurucularından biri ve milleti için son derecede samimî bir şahsiyetti. 1927-1928 yıllarında siyasî suçlu olarak tutuklanmış, 1936 yılında serbest kalmış. Ubeydullah ağabeyimin ne çoluk çocuğu, ne eşyası, ne de evi barkı vardı. Hapisten çıkınca, kız kardeşinin evinde kaldı. Tek varlığı kitaplarıydı. Tekrar tutuklanınca, akrabalar muhafaza etmeye korktukları için bu kitaplar birinin evinden diğerine taşınmış, nihayet bizim arılığa getirilip konulmuştu. Lev Tolstoy’un yirmi ciltlik külliyatını, Fıtrat51’ın mavi ciltli Hint İhtilâlçileri52 kitabı ile El53 ve Sadâ-yı Türkistan54 gibi gazeteleri ilk defa o zaman görüp tanımıştım.
Hapisten çıktıktan sonra kız kardeşinin evinde kalırken O.Genri’nin Maugli eserinin tercümesiyle meşgul oldu. O kadar kültürlü bir adamdı ki, 1930’lu yıllarda Özbek aydınlarının henüz tanımadığı O.Genri’nin eserlerini okuyup öğrenmişti.
1937 yılında tekrar tutuklandı. Bundan sonra kendisinden bir daha hiç haber alınamadı, kaybolup gitti.
1937 yılında eniştem halk düşmanı olarak tutuklandı. Öğretmen olan eniştem, geniş malûmat sahibi, dünyadan haberdar ve adalet kavramının ne olduğunu idrâk eden insanlardan biriydi.
Benden tanıdıklarımın ve yakınlarımın kimler olduğunu soran görevli, acaba benim halk düşmanı olarak tutuklanan bu insanlarla akraba olduğumu biliyor mu, bilmiyor mu? Peki, ben kendim söylesem!..
Ben, onların ne suç işlediklerini ve niçin tutuklandıklarını bilmiyorum, çünkü o sırada henüz pek gençtim!
Eğer onlar suçlu olsalar bile bunun benimle ne alâkası var? Benim onlarla olan akrabalığımı bilseydi acaba ne yapardı? Lenin’in büyük kardeşi Aleksandr Ulyanov, Rus çarına suikast düzenleyerek öldürmek isterken suçüstü yakalanmış. Suçu ispat edilmiş ve asılarak öldürülmüş. Fakat yakınlarına hiçbir zarar verilmemiş ki! Hatta çar hazretleri, annesi Mariya Aleksandrovna’yı bir insan, bir anne olarak kabul ederek şikâyetini dinlemiş ve onu teselli ederek üzüntülerini bildirmiş. Oğlunun suçu kesin ve herkes tarafından da bilindiği için kanun dışı iş yapamayacağını bildirmiş, özür dilemiş. Çar, suçlu oğulları yüzünden ne annesini, ne de babasını horlamış. Yanlış terbiye verdikleri için suçlamamış ki!
Bize gelince… Bizde böyle mi? Babası yüzünden masum çocuklarını, hatta yakın akrabalarını tutuklamadılar mı?
Ekmel İkramov, halk düşmanı olarak tutuklandığı sırada oğlu Kâmil İkramov, 10-14 yaşlarında henüz bir çocuktu. O zavallının suçu neydi ki, gençliğinin on yılını hapishanede, bir kısmını Sibirya sürgünlerinde binbir meşakkat içinde geçirdi. Niye? Sadece o mu? Maalesef, sadece o değil, binlerce, milyonlarca tutuklanan kocası veya babası yüzünden ömürleri göz hapsinde, sürgünlerde geçen kadınlar, oğullar, kızlar olmadı mı?
Sorgu görevlisinin tanıdık, akraba ve yakın dostlarım hakkındaki sorularına ne cevap vereceğimi düşünürken şeytan aklıma bin türlü şey getiriyordu. Sorgu memuru ise tepeme dikilmiş, kimlerle ne tür alâkan var, kimlerle dostluk ediyorsun, çayhanelerde yemek sırasında Sovyetlere karşı hangi sözleri söyledin, diyerek tehdit ediyor, anlat diyordu.
Ben ise uykusuzluktan kendimi zor tutuyor ve ona ne dediğimi bilmez hâlde cevaplar veriyorum: – Suçumu biliyorsan sen söyle, yemin ediyorum, kabul etmezsem her türlü cezaya razıyım… O ise, düşman kendi rızasıyla teslim olmaz, Sovyetlere karşı olan faaliyetlerini ve suç ortaklarının kimler olduklarını kendin açıklaman gerek, demekten başka bir şey söylemiyordu.
Bunlara ne diyerek cevap verirsin! Kaldı ki, kim kiminle, ne zaman, nerede buluştuklarını, ne hakkında konuştuklarını ve kimlerle yemek yediğini yazar ki! Bunun tek bir maksadı vardı, o da hapsedilen yakınlarımla olan ilişkilerim sebebiyle beni suçladıkları gibi, isimlerini söylediğim kişileri de benimle olan ilişkilerinden dolayı suçlayıp tutuklamaktı.
Elbette âlimlerle ilim hakkında, şairlerle şiir, adamına göre herkesle her şey hakkında konuşursun. Böyle cevaplar sorgu memurunu ilgilendirmiyordu. Onun bunları soruşturmaktan maksadı tamamen başkaydı.
İsimlerini verdiğim tanıdıklarım sorgu memurunun ümitle beklediği gibi insanlar çıkmamış olmalılar ki, hiç aklımdan geçmeyen beklenmedik bir soru sordu:
– Osman Nâsır hakkında neler biliyorsun?
Ben hiç düşünmeden Osman Nâsır’ın çok iyi ve sevilen bir şair olduğunu söyledim.
– Bunu nereden biliyorsun, onunla ne alâkan var?
– Kitaplarını, şiirlerini okudum.
Benim bu cevabımı işiten sorgu memuru, emeline erişip de onu elinden kaçırmaktan kaygılanırcasına ve sanki ben, söylediğimden vaz geçip ifademi değiştirecekmişim gibi telâşlı bir hâlde ve mânasız bir tebessümle bana:
– Bildiklerini anlat, başka kimler okudu onun kitaplarını, onunla nerede buluştun, dedi.
– 1936-1937 yıllarında. Öğretmen Okulunda talebe iken. Osman Nâsır o yılların en sevilen ve en meşhur şairi idi. Yürek, Mehrim gibi yeni çıkan şiir kitapları okuyucuların elinden, tarif ve tavsifi ise dillerden düşmezdi. O günlerde Osman Nâsır halk düşmanı olarak tutuklandı, şeklinde bir dedikodu yayıldı. Komsomollar kurultayında onu lânetlediler ve her kimin elinde varsa kitaplarını yakıp imha etmelerini söylediler. Biz de öyle yaptık. Bütün bildiğim bu!
Bunda insanı suçlayacak ne var?! Fakat sorgu memuru, benim açık yüreklilikle, hakikati değiştirmeden anlattığım şeylerden kendince sonuçlar çıkarmış, hayal bile edemeyeceğim şekilde benim söylediklerimin tamamen aksini yazmıştı. Okuyunca saçını başını yolarsın! Ne diyeceğini, kime şikâyet edeceğini şaşırırsın!
“Ben halk düşmanı, aşırı milliyetçi, Sovyetlere karşı faaliyetleri sebebiyle tutuklanan Abdullah Kâdirî, Çolpan ve Osman Nâsırların milliyetçilikten ve Sovyet hayatından şikâyetten ibaret pesimist ruhla yazılmış eserlerini severek okuyor, milliyetçilik ve Sovyet devletine karşı olan ideolojilerini toplantılarda tanıdıklarım arasında lisede okuduğum zamandan beri yaymaya çalışıyorum”, gibi tamamen iftiradan ibaret, uydurulmuş yalanlardan ibaret sözlerini okudum.
Bunu nasıl imzalarsın! Bunu imzalamak, onlara isnat edilen suçları kabul etmekle aynı şeydi. Yani Çolpan ve Osman Nâsırlara ne suç isnat edilmişse, beni de aynı şekilde suçlamak istiyor. Bundan çıkan tek sonuç şu: Onların kaderi ile senin kaderin aynı.
Ne kadar dehşet verici! Onların âkıbeti malûm. Yoksa benim âkıbetim de… O gün sorgu memuru bana Sovyetlere karşı propaganda faaliyetinde bulunmaktan başka bir suçlama da milliyetçilikle ilgili maddeden ilâve etti.
Sorgu görevlisinin yazdıklarını imzalamadan önce okuyarak bu hapishanede yatan insanların herhangi bir suç veya herhangi bir kusurdan dolayı değil, KGB görevlilerinin kendi plânlayıp, kendi uydurdukları suçları zorla kabul ettirmek için tutuklandıklarına olan inancım kesinleşti.
Benim milliyetçiliğimden ne kastediliyor? Osman Nâsır’ın şiirlerini, Abdullah Kâdirî’nin eserlerini okumuş olmam mı? Bu eserlerde milliyetçilik adına ne var? Osman Nâsır’ın hangi şiirinde milliyetçilik var? Herhangi bir örnek var mı? Fakat sorgu memuru bunu söylemiyordu. Milliyetçilik ruhuyla yazılmış herhangi bir şiiri olmadığı hâlde onu okuduğum için niye ben milliyetçi oluyorum? Buna sorgu memuru cevap vermiyordu.
Kaldı ki, ben Abdullah Kâdirî’yi de, Çolpan’ı da, Osman Nâsır’ı da hiç görmedim. Onlar tutuklandıkları sırada ben henüz on altı yaşında bir çocuktum. Onların sohbetlerinde hiç bulunmadığım hâlde onların milliyetçi olduklarını ve Sovyet devletine karşı olan ideolojilerini nereden bilebilirdim? Bilmediğim bir şeyin ne diye propagandasını yapayım? Şiirlerini methettiğim için ben de milliyetçi sayılacaksam, bu tamamen asılsız! Ben de onun şiirlerini pek çok kimse gibi ezberleyip methettiysem, bunun sebebi o şiirlerin milliyetçilik ruhuyla veya melânkolik bir ruhla yazılmış olması değil, bilâkis insanların gönlünden geçenleri, sevinç ve dertlerini ifade etmiş olması, onları meftun etmiş olmasıdır.
Osman Nâsır’ın aklımda kalan şiirlerini hatırladım:
Yürek, sensin benim sazım.Dilimi neye benzettin.Gözüme ayı berkittin,Yürek, sensin heveskârım.Sana dar geldi bu sine,Sevincin taştı sahilden.Dilim yorulur, acep, bazenSeni tercüme etmekten.Yürek sensen, meniŋ sâzım.Tilimni neyge cor etdiŋ.Közimge aynı berkitdiŋ,Yürek, sensen ışkıbâzım.Senge tar keldi bu kökrek,Sevinçiŋ taşdı kırğakdan.Tilim çarçar, aceb, gâhiSeni tercime kılmakdan.
Bu mısraları hatırladım, gözlerimden gayri ihtiyarî yaşlar süzüldü. Hüngür hüngür ağladım. Hayat karşısında duyduğu sevinç ve heyecanları içine sığmayıp taşan bir şair, nasıl pesimist olabilir, ona nasıl pesimist denilebilir? Bu sözü dil nasıl söyler?! Böyle bir yalana niye gerek duyulur? Bu şiirin devamı, Osman Nâsır’ın kendi söylediği gibi hatırımdan sel gibi akıp gelmeye başladı:
İtaat et, eğer senden,Vatan razı olmazsa,Yarıl, şimşeğe dönüş, sen,Çatla, evet, ölsem bile!İtâat et, eger senden,Vatan râzı emes bolsa,Yarıl, çakmakka aylan, sen,Yarıl, meyli tamâm ölsem!
Saçımı başımı yolarak feryat edesim geldi. Vatanının her bir hizmetine asker gibi daima hazır, onu memnun etmek için şimşeğe dönüşüp hayatını feda etmeye razı bir âteşin şaire, hangi insaf ve hangi vicdanla düşman denilebilir?
Kaldı ki, ben Osman Nâsır’ın şiirlerinin hemen hemen hepsini ezberlemiştim. Hangi şiirinde milliyetçilik, hangi şiirinde hayattan şikâyet ve hükûmetin siyasetini karalayan ideoloji varmış, deyip birer birer zihnimden geçirdim. “Yürek” kitabından sonra aradan bir yıl geçmeden yayımlanan “Mehrim” kitabındaki şiirleri hatırladım. Kitaba “Mehrim” adının verilmiş olması da insaflı davranmak gerekirse, şairin hayata ne kadar güçlü bir muhabbeti bulunduğunun bir delili değil midir?! Kitap, Lenin’e ithaf edilen “1870” adlı şiirle başlıyordu:
Volga! Volga! Aç Rus’un gözyaşı.Volga! Volga! Figanlı ırmak!Güneş sanki Razin55’in başıGeniş bağrında daima mağrur!Unutulmaz yılların yâdı,Nekrasov56’u zârı zârı ağlatmış.Çımacıların acı feryadıDibine taş olup batmış!Hey dili yok, sarı taşlarım,Hey, gözleri açık soğuk ölüler…Volga! Volga! Aç rusnıŋ yaşı.Volga! Volga! Fiğanli deryâ!Kuyaş göya Razinniŋ başı Keŋ bağrıda hemân mağrur, a!Unutılmas yıllarnıŋ yadı, Nekrasovnı zâr-zâr yığlatgen.Burlaklarnıŋ aççık feryadı Tübleriŋge taş bolıb batgen!A, tili yoq, sarık taşlarım,A, bakraygen savuk mürdeler…Bu şiir değil, bir beste! Benim nazarımda bu Rusya’yı ve Rus halkının ihtilâlden önceki hayatını bütünüyle ifade eden bir senfoni idi. Bu kısa mısralarda ihtilâlin mahiyeti, ona duyulan zaruret ve Lenin’in büyük hizmeti, o zamana kadar yazılan eserlerin hiçbirisinde tesadüf edilmemiş şekilde dile getirilmiş; coşkun sevgi ve samimî duygu, gönülleri fethedecek seviyede terennüm edilmiştir. Osman Nâsır’ın şiirlerini okuyan bir okuyucu, halka ve vatana bundan daha fazla nasıl bir sadakat ve nasıl bir muhabbet beslenebilir, demekten başka ne söyleyebilir?
Şiirlerini bir defa daha hatırlarken hiç kimsenin hayaline gelmeyen bu suçlamalara, bu ithamlara Osman Nâsır’ın gösterdiği tahammül ve ettiği feryatlar figanlar, bütün vücudumu titretmeye başladı.
Ben halkı seven, kitapları elden düşmeyen büyük bir şairin kendi halkına düşman olduğunu nasıl söyleyebilirim!
Osman!.. Ses ver, Osman! Emsâli olmayan bu iftira işkencelerine senin gibi nasıl tahammül edeyim, Osman? Senin şiirlerinden aldığım huzurun hakkı için, sanatıma mektep olman hakkı için, nasıl olur da kendi halkının düşmanı ve milliyetçi birisi olduğunu söyleyebilirim?! Kör olmaz mıyım?! Hayır! Bu sebeple onlar ne hüküm verirlerse versinler, insafları varsa insaflarına, vicdanları varsa vicdanlarına havale ediyorum! İçimden geçenleri sorgu memuruna söyledim.
Her nedense o anda, yirmi dört yaşında tutuklanan Osman Nâsır gözümün önüne geldi. Bana göre Osman Nâsır, tıpkı benim oturduğum şu kara sandalyede oturup sorgu memuruna, ben düşman değilim, bütün suçlamaların iftiradan ibaret! Kalbimde halkıma ve vatanıma karşı sonsuz muhabbetimden başka bir şey yok! Öldürseniz bile milliyetçilik ve devlete düşmanlıktan kendimi suçlu saymıyorum, imzalamıyorum, diye feryat ediyormuş gibi geldi. Acaba yirmi dört yaşındaki büyük kabiliyet sahibi, geleceğin dâhi şairi Osman Nâsır’ı, iftiraları kabul etmeyip doğruyu söylediği için mi öldürdüler?! Acaba aynı kader benim için de tekrarlanacak mı?!
Beni dehşete düşüren bu endişemi sorgu memurunun tehdidi böldü:
– Sırlarını bizden gizleyemezsin, elimizdeki delil ve şahitler seni ifşâ etmek için yeterli! Osman Nâsırların ve Çolpanların tesiriyle Sovyet halkı sıkıntılara gömülmüş, onu sıkıntıdan kurtarmak gerek, diyen kim? Sen değil mi? Peki, Sovyet halkının sıkıntısı nedir? Ne yaparak kurtarmak istiyorsun, bu konuda konuş!
– Nerede söylemişim?
– Düşün, görürsün!
– Böyle demedim!
Sorgu memuru, benim 1939 yılında yazılmış (nereden bulduğunu anlayamadım, çünkü hiçbir yerde basılmamıştı) dört mısradan ibaret bir şiirimin Rusçaya tercüme edilen nüshasını dolabın çekmecesinden çıkarıp okudu:
Vücudumu dilip pare pareEyle, asla vicdanımı satmam,Halk derdini yerleştirdim gönüle,Öldür, ölümden de dönmem.Vücudımnı tilib tilke-tilkeEyle, vicdânımnı satmaymen, Halk derdini cayladım dilge, Öldir, ölimden hem kaytmaymen.– Bu şiir senin mi?
– Benim!
– Yani Sovyet halkı bahtsız, sıkıntılara gark olmuş, onu sıkıntılarından kurtarmak için ölümden bile korkmayıp savaşmak istiyorsun?
Bazen öfkeye kapıldığın zamanlarda öyle şeyler olur ki, kendi haklılığını ispat etmek için kelime bulamazsın. Sinirlerin tahammül etmez. İstemediğin hâlde ağzından küfürler, hakaretler saçılır.
Sorgu görevlisi benim, “Sovyet halkı bahtsız, Sovyet halkı sıkıntıda” şeklindeki şiirimde olmayan sözleri kendince ilâve edip gözünü hiç kırpmadan üzerine dikince, ne cevap verebilirsin, öfkeni nasıl ifade edebilirsin? Fakat o dakikada içinden taşan ve bunların hepsi iftira, bu iğrençlik ve lânet senin gibi sorgu memuruna, sözlerini söylemek mümkün müydü? Sonra,